YAŞAR KEMAL İLE EBEDİYEN BARIŞTIK
O bir röportaj üstadı. Güneydoğu’yu, Türkiye’ye tanıtan gazeteci. Emekli olup Gazipaşa’ya yerleştikten sonra da iri kadın gözleri ve keçilerle bezeli, şıkır şıkır hayat kokan resimleri öne çıkan bir ressam. Kimi zaman Kenan Evren’e kafa tutup 1 liralık telif davası açan, kimi zaman çevre ödülünü reddeden aykırı bir adam. O, Fikret Otyam.
BABAM: ECZACI ZABİT OLARAK YEMEN’DEYKEN EVLENMİŞ
Genç zabit eczacı babam o zamanlar vatan toprakları olan Yemen’e gider, genç güzel eşini bırakıp. Bir gün bir kara haber: “Eşin teverrüm etti, acele gel”. Haftalar sürer yolculuk. Ancak mezarını ziyaret eder. Ve Yemen’e döner. Babama “Bir şehit eşi var, adı Naciye, bir oğlu var adı Mehdi, gel sana alalım” derler. Naciye, Alman Baron Bek gemisiyle anavatana dönerken Süveyş’te bir oğlan doğurur. İlerde orkestra şefi olacak Nedim Otyam. Bursa’nın alınışında Naciye bir oğlan çocuk daha doğurur. Adı Nusret Kemal, sonraları eczacı ve şair. Yorgun savaşçı Vasıf ,Konya ikinci ordudan emekli olur. Konya’da bir kız doğurmuştur Naciye, ilerde Ayşe Abla okulunun Sevim Ablası olur. Aksaray’dan gelen bir kurul “Gel’ der, “Hususi Muhasebenin Eczanesini al, borcunu öde’. Eczane artık “Halk Eczanesi” olur. 1926’da doğmuşum. 1928’de Neşecan doğdu, ilerde romancı, ekonomist Erhan Bener’in eşi. Babam San’a’da hasta olan Miralay İsmet’in çadırında ilaçlarını içirdiğini söylerdi, pek inanmazdım. 24 Temmuz 1942, Reisi Cumhur İsmet Paşa, Adana’dan Ankara’ya geçerken öğle yemeğini bizim evde yedi. Yemekte Paşa, “Vasıf, tığ gibi delikanlıydın!” deyince heyecandan donuma işedim. Babam bize yalan söylememişti. İlk kez Paşa’nın fotoğrafını o gün çektim. Nereden, nasıl bilebilirdim ölünceye kadar fotoğraflarını çekeceğimi.
FOTOĞRAF: İLK MAKİNEM CAMA ÇEKİYORDU
Ortaokulda Fransızca öğretmenimiz emekli albay Lüleci Haşim Bey çok güzel fotoğraflar çektiği Lenduha ayaklı, cama çeken fotoğraf makinesini bana armağan etti. Pipo içtiği için ona Lüleci derlerdi. Sokak fotoğrafçısı Kadir ile dükkan kiralayıp fotoğrafçılık yaptım bir yaz boyu. İstanbul Devlet Güzel Sanatlar Akademisi’ne giderken ben de Kadir’e armağan ettim. Kadir’in soyadı Coşkun’du, sonradan Üçyıldız oldu. Bir gün arabayla Aksaray’a uğradık. Üçyıldız Huzurevi yaptırmış. “Ne güzel yapmışsın” dedim. Tek gözüyle baktı: “O fotoğraf makinesini vermeseydin bunlar nah olurdu” dedi.
EN BÜYÜK ÜZÜNTÜM: HEYKELE TÜKÜRMEMİŞTİM
Tarih öğretmenimiz Medeniyetler Müzesine götürdü, derken Hoca hanımın çığlığı: “Kim yaptı bu saygısızlığı?” diye tepiniyor. Bir Hitit aslanının açık ağzından tükrükler iniyordu. Bakındı, bakındı: “Bunu sen yapmışsındır pis Anadolulu” dedi. Dediklerimse nafile. Mendilimi çıkarttırıp gözyaşlarımı sildirdi. Ankara’yı terk ettim. Galatasaray Lisesi’ne hazırlık yapılırken Toprak Mahsulleri Ofisi Müdürü’nün tavsiyesiyle kendimi Kayseri Lisesi’nde yatılı buldum. Orada biyoloji öğretmenimiz Raşit Bener’i çok sevmiştim. İki yazar Vüsat O. Bener ve Erhan Bener de o yıllar oradalarmış. İkinci Dünya Savaşı yılları yoksulluk diz boyu. Bitlendik. Hamamlar, ilaçlar. Hastaneye kaldırıldım. Orada beni gören bir Aksaraylı, gidip babama: “Sen başkalarının hayatını kurtar, oğlun hastanede ölüyor” demiş. Hemen gelip beni aldı. Babam beyaz gömleğiyle anahtarı yine uzattı. Son bir bilgi. Birkaç yıl önce Fikret Otyam kitabı basıma hazırlanırken İstanbul’dan bir kart geldi. Yıllardır acım olan şeyi açıklıyordu: “Fikret” diyordu, “Aslanın ağzına sen tükürmedin, tüküren şuydu”.
İLK SERGİM: ÇALLI’NIN ATÖLYESİNE GİRDİĞİMDE UTANDIM
Resim yapmayı çok seviyordum. Kutu boyalarla kontraplak üstüne resimler. Halkevi’nde sergi de açtım. Birinin adını hiç unutmuyorum: “Denize Hasret!” Ne hasreti, gördüğüm en büyük su Uluırmak ve Tuz Gölü. Bir gün Belediye’nin önünde Nevşehir arabası bekleyen bir çocukla tanıştım. İstanbul’da okuyormuş. Devlet Güzel Sanatlar Akademisi diye bir okulda resim okuyormuş. Bu çocuk, rahmetle andığım Neşet Günal’dı. Akşam babama “Nihayet okulumu buldum” dedim. Hocaların hocası, Çallı’nın atölyesine adım attığımda çırılçıplak bir kadın karşımda duruyordu. Ağabeyler, ablalar gülerek ‘gel, gel’ dediler. Çallı’yla dede torun gibiydik. Acımdır, her şeye karşın aklım fikrim, Bedri Rahmi Eyüboğlu’ndaydı. Atölyesine gelme isteğime: “O da benim hocam, öğrencisini nasıl alırım” oldu. Ağlamaklı vaziyette izin istemek için yanına yaklaşınca, anlaşılan duymuş. Çallı,, “S..r git!” dedi. Bedri Hoca’ya koştum, dediğini anlattım. “Tamam” dedi, “İzin vermiş”.
BABIALİ: POLİS ADLİYE MUHABİRİ OLARAK BAŞLADIM
1950 yılında sanat yazıları yazmak amacıyla Bab-ı Ali’ye adım attım. Cihad Baban ve Ziyyad Ebuziya’nın Son Saat gazetesine gidip gelmeye başladım. Cihad Baban her gördüğünde “Oğlum, git resmini yap” diyordu. Bir gün adliye polis muhabiri Cihat Bey’le tartıştı, ipler koptu. Bana dönüp: “Adliye- polis muhabirisin” dedi. İki buçuk yıl tam deyimiyle burnuma kan koktu. Ama İstanbul’un bir başka yönünü tanıdım. 1953’te Akademi’nin resim bölümünü bitirdiğimde Falih Rıfkı Atay’ın Dünya Gazetesinde Yazı İşleri Müdürü Ali İhsan Göğüş’ün yardımcısı ve yazarıydım.
EVLİLİK: KIZIMI GAZETENİN KİTAPLIĞINDA UYUTURDUM
1953’te evlendim. İkimiz çalışıyorduk. İlk kızım Elvan’ı gazetenin kitaplığında ciltler arasında yatırırdım. Gürültü oldu mu Falih Bey seslenirdi: “Yavaş olun çocuk uyuyor”. Polatlı’dan sonra askerlik Ankara’da Bando Mızıka Hazırlama Ortaokulu Resim Öğretmenliğiydi. Sık sık Ankara’ya gidiyordum. Falih Bey’e çok boş vaktim olduğunu söyleyince Bedii’ye döndü: “Kasım Bey (Gülek), gelince hatırlat, Otyat Bey, Ulus’a yardım etsin” dedi. Atayca benim soyadım Otyat idi. Bir İstanbul dönüşü Dünya Ankara Temsilcisi Oktay Ekşi, beni Bülent Ecevit’in aradığını söyledi. Resmi elbiseyi çıkarıp, Ulus çalışanı oldum. Cumhuriyet’in başkentini çocukluğumdan beri severdim. Falih Rıfkı Bey’le vedalaştım. Yüzüme sevgiyle baktı: “Odan her zaman hazır” dedi.
YAŞAR KEMAL: BİR DAHA KÜSMEMEK ÜZERE BARIŞTIK
1953, bu can için güzel bir yıldır. İlk kez Güneydoğu ve Doğu Anadolu’yu gördüm ve tanıdım. Cumhuriyet gazetesinden Yaşar Kemal de röportaja çıkmıştı. Fotoğraflı yazılarım çok ilgi topladı. Yaşar’ın yazıları da aynı şekilde. İşin komik yanı, çok eski arkadaşım Yaşar Kemal’le yıllarca darıldık, barıştık. Geçenlerde Tepebaşı’nda karşılaştık, gülüşüverdik. Kollarımı uzattım: “Bu dünyadan küs mü ayrılacağız Yaşar?” dedim, “Ölüp gideceğiz”. “Niye öleceğiz lan?” dedi. Sarıldık. Bir daha küsmemek üzere ebediyen barıştık.
GÜNEYDOĞU GEZİLERİ: HEPSİ TARİFSİZ BİR SERÜVENDİ
1962 Yılı Cumhuriyet Gazetesi Ankara bürosundayım. Gazeteciler Cemiyeti’nin Çankaya’da yaptırdığı evlerdeyiz. Sevgili Ekşi ailesi alt katta oturuyor. Sabaha kadar süren türkü derlemeleri, içkili toplantılardan bir gün olsun yakınma gelmedi. Anne –babası, annem babam gibiydi. Küçücük odamda resim de yapıyordum. 27 Mayıs’ın birkaç gün öncesi doğan kızım İrep’ten sonra bir kızım daha oldu: Döne. Cumhuriyet’te özgürdüm. Ankara temsilcisi rahmetli Kemal Ağabey’e (Aydar) bir not bırakır, kendime güneyde kaçakçılar, doğuda yoksulların, yeraltında madenciler arasında bulurdum. Hepsi tarifsiz bir serüvendi. Yaz, kış, demeden imdat diyenlerin yanında oldum. Onaltı yıl sürdü bu. Zamanla evde geçimsizlik başladı, eşim dava açtı, boşandık. Sonraları bir sergimde tanıştığım, Amerika’da iç mimari okuyan, anadili gibi İngilizce bilen Filiz’le evlendim 1977’de. Tanıklarımız Dursun Akçam ile Adnan Binyazar.
SİMAVİ: İMZALATTIĞIM GAZETEYİ SATTIM
Al sana bir öykü daha. 1948 yılında yeni bir gazete çıktı. Adı Hürriyet. Çok sevdim. Gidip o ilk sayıyı yaratıcısı Sedat Simavi’ye imzalattım. Yıllar sonra o değerli gazeteyi Haldun Simavi’ye uzattım. Muhasebeden 20 lira alıp çıktım. Canım ciğerim Orhan Kemal sokakta bekliyordu. Adana Kebabevinde Sedat Simavi’yi rahmetle ve saygıyla anarak demlendik.
AYDIN DOĞAN: TANIDIĞIMDA LİSELİ BİR GENÇTİ
Sevgili Abdi İpekçi telefon edip fotoğraf yarışması için İstanbul’a çağırdı. Hazır gelmişken ziyaret edeyim dedim. Sekretere Aydın Doğan beyi sordum. Randevudan bahsetti. Ben yukardayım deyip çıktım. Az sonra alı al, moru mor geldi. Beni aldı, kapıyı açtı, karşımda kocaman bir adam duruyordu. Bu Aydın Doğan’dı. Ulus gazetesinde iken Gümüşhane’ye gitmiştim Kasım Gülek’in ricasıyla. CHP’li baba Doğan’a zulüm yapılıyordu. Bir yazıhanede konuşurken lise kasketli bir genç bize kahve çay getirmişti. O genç, Aydın Doğan’dı.
GAZİPAŞA: EN YAKIN KOMŞUMUZ TANRIYDI
TBMM’den büroya geldiğimde Kemal Ağabey ağlıyordu. “İpekçi’yi vurdular.” Şaşkınlıkla yarası ağır mı dedim. “Öldü” yanıtını verdi. Evime geldim. Birisi kimliğini uzattı. Yakın korumaya alındığımı bildirip, çeşitli kıyafetlerdeki polis arkadaşlarını tanıttı. Günler sonra belime 7.65 Kırıkkale ile donandım. Asıl çözüm emekli olmaktı. Bunu yaptım. Antalya’nın Gazipaşa ilçesini yeğledik. Serinus Kalesi altında, Deliçay yanında, en yakın komşumuzun tanrı olduğu bir yer bulduk. Candostlarımız ünlü mimarlar Behruz Çinici ve Altuğ Çinici’nin çizdiği proje dört köylü ile yaşama geçirildi. 27 Mayıs 1979’da evde elektrikler yandı. Resim yapıyor, kitaplarımın yeni basımlarını hazırlıyordum. Filiz de kendine işi buldu. Hitit’ten kalma dokuma. Dokuma ve resimlerimiz Avrupa’da. Polonya’nın Lotz kentinde dünyanın sayılı Tekstil Müzesindeydi Filiz’in yapıtları. Filiz, fotoğrafçılığa da başladı. Yazılarımı fotoğraflıyordu. Amerika’da yaşayan bir adamın yüzünden o adı güzel ilçeyi terk ettik yıllar sonra. Antalya’nın orman içinde, Geyikbayırı köyünde bitmemiş bir yapıyı satın aldık. Filiz Otyam, orayı yaşanır hale getirdi. Resimlerimde Doğu kadınlarının gözlerine sürme çektim daha da güzelleştirdim. Hüznü de yerleştirdim içine. Kara gözlü doğu kadınlarının resimlerinin yanı sıra bir sevdalım da keçilerdir. Onların yavrularını kucaklayıp öpmek nasıl mutluluktur anlatamam. Şimdi kara gözlerin ve keçilerin olmadığı resimlerim de satılıyor; beni mutlu ediyor. Gazipaşa hayatımızın dönüm noktası oldu.
KÜRT MESELESİ: 50 YIL ÖNCE SÖYLERKEN HAKLIYMIŞIM
1961’de Milli Birlik Komitesi var iken Ankara Radyosu’na Doğu Röportajları hazırlamıştım. 20 gün süren röportajı Diyarbakır istasyonunda şöyle bitirdim: “Ey bu ülkeyi idare edenler 20 gün olanları dinlediniz. Bu halkın üstüne kılıçla gidiniz, ama sevgi kılıcıyla. Değilse bayrağımızın ve sınırlarımızın şekli değişir.” Bu röportajı isteğim üzerine MBK’dan görevlendirilen iki merkez valisi ve bir general dinledi ve aynen yayınlandı. Ne kadar haklıymışım!
GAP PROJESİ: BABASI DEMİREL BEN ÜVEY BABASIYIM
1953 yılında Urfa’nın Hanelbalrur köyünün suyunu kadınlar tulumlarla getiriyordu ve aşağıda Fırat akıyordu. “Sabredin Kardeşler” diye haykırdım. “Gün gelecek siz de bu sudan faydalanacaksınız, sabredin”. Suyu kanallara Süleyman Demirel ile bıraktık. GAP’ın babası, kulakları çınlaya- Demirel’dir, ben de üvey babası. Yılların emeği boşa gitmedi. Demirel, biz Ankara’dan ayrıldıktan sonra bir vefalı adam oldu, Doğu’ya giderken devamlı çağırır, kimi zaman uçak gönderirmeyi teklif ederdi bize.
ULUS GAZETESİ: DAKTİLOYU KAFASINA FIRLATTIM
Demokrat Partisi döneminde, Ulus çalışanlarına büyük acılar çektirildi. İstihbarat Şefi ve Yazarı olmamın yanı sıra Mahpus damında olan arkadaşların işleri de başımdaydı. Bir sabah 27 Mayıs Ak Devrim’ini yaşadık. Gazetedeki yazılarının yanı sıra partiyle ilişkileri Bülent Ecevit yürütüyordu. Yollara düşmek istediğimi söyleyince yerime birini bulmamı rica etti. Bulduğum çok sevdiğim bir arkadaşımdı. Kabul etmedi. Bir gün kolunda o arkadaşla geldi. Genel Yayın Müdürü olarak tanıttı, anlatması uzun sürer. Gazetede büyük değişiklikler yapıyordu. Bir gün duvarımda bir yazı. Tiraj düşmesini bize yüklüyordu. Gırgırına aynı şekilde bir yanıt verdim, masasına bıraktım. Gelince yanıtımı yüzüme attı, olanlar oldu. Helmis Beybi daktilosunu fırlattım. El kaldırdığım için hala utanıyorum, pişmanım. Hemen istifamı verdim. Ecevit geldi, özel görüşme yaptık. “Sizsiz Ulus Gazetesini düşünemem” dedi. Ama sonradan CHP Genel Sekreteri imzasıyla gelen mektupta istifamın kabul edildiği bildiriliyordu. Daktilomu alıp çıktım. Kar kış kıyamet. Dünya gazetesi için Doğu Röportajları. Vatan Gazetesine denizlerle ilgili bir röportaj… FARUK BİLDİRİCİ / HÜRRİYET PAZAR / 30 MAYIS 2010
Kaynak: http://www.farukbildirici.com/index.php?Did=203