Korkunç ifşaat şöyle bitiyor:
“...İşte size kapı gibi kanıtlar”
Kapı gibi kanıtlar neymiş biyol bakalım:
Aydınlık gazetemizde okudunuz muhakkak, anımsatayım çok önemli başlığı:
“TSK’DAKİ GİZLİ ÖRGÜT TELEFON KAYITLARINDA
İŞÇİ PARTİSİ GENEL BAŞKANVEKİLİ AVUKAT HASAN BASRİ ÖZBEY, TAYYİP ERDOĞAN VE ABDULLAH GÜL TARAFINDAN TSK İÇİNDE KURULAN ÖZEL ÖRGÜTÜ AÇIKLADI.
ÖRGÜTÜN HEDEFİ ORDUDA TASFİYE”
Ayrıntıları okudukça insan delleniyor, nasıl dellenmesin, haberin ortasında çerçeveli şu bölüme de bikez daha bakar mısınız:
“CİA’YLA İŞBİRLİĞİ
Özbey, gizli örgütün Askeri Casusluk, Ergenekon, Balyoz, Poyrazköy gibi operasyonları hazırladığını ve eski Genelkurmay Başka Orgeneral Işık Koşaner’i dinlediğini söyledi. Çalışmaların CİA ile Ankara’da kurulan karargahta yürütüldüğünü vurgulayan Özbey şöyle devam etti: ‘Genelkurmay, kendisini dinleyen örgütlenmenin başında Tayyip Erdoğan, Abdullah Gül, Ömer Dinçer, Cüneyt Zapsu, Abdülaziz Zapsu ve Altay Tokat’ların kuruluşuna katıldıkları örgütün bulunduğunu bilmiyor mu? Hâlâ öğrenemediyse Tümamiral Semih Çetin’in Bir İhanetin Öyküsü kitabını komisyon oluşturup incelemelidir.
Yüzlerce namuslu Türk subayı o gizli örgütün tertipleriyle casuslukla suçlanıyor. Türk Ordusu bu tertipleri göğüslemeden nasıl savaşacak, vatanı nasıl koruyacak?”
VE GELELİM KORKUNÇ HABERİN SONUNA, ACABA?
“...Hasan Basri Özbey ‘TSK içinde gizli istihbarat örgütü oluşturdukları kanıtlarla sabit olan Tayyip Erdoğan, Abdullah Gül, Ömer Dinçer, Cüneyt Zapsu, Abdülaziz Zapsu ve Altay Tokat hakkında Meclis Araştırması yapılmalıdır. Turgut Özal’ın Özel Bürosu ve Çiller Örgütü’nün devamını mı arıyorsunuz? İşte size kapı gibi kanıtlar’ diyerek milletvekillerine çağrıda bulundu.”
Acep duyan olur mu, sanmam!
“DURDURUN BU HAYASIZLIĞI”
Aydınlık gazetemizde sekiz sütun çift satır ana başlık ve ‘TÜRK SUBAYINA karşı çamur savaşında her türlü sınırı aştılar’ diye başlayan AYDINLIK imzalı isyan dolu bir yazı.
Bu yazımda olsun istedim “EY MİLLET SÖZÜMÜZ SANADIR“ diye başlayan bölümü:
Kirletilen aslında senin namusundur.
Ve unutma...
“Ordusuz kalan bir millet ayaklar altında kalmaya mahkumdur!”
Görmüyor musun?
Bahriyelisiyle, karacısıyla, havacısıyla Türk Ordusu’nu bitiriyorlar.
Seni ordusuz bırakıyorlar. Yerine NATO’yu koyuyorlar.
Sonrası...
Emperyalist orduların savunmasız Ege köylülerimize neler yaptığını hatırla...
Amerikan askerlerinin Irak’ta, Afganistan’da kaç kadına kıza tecavüz ettiğinin hesabı bile yok...
Bir çift lafımız da devleti yönetiyorum deyip de aslında operasyon yönetenlere.
Yaptıklarınızın hesabını mutlaka vereceksiniz.
Tek şansınız olur.
Bugün Türk subayına çevirdiğiniz o kirli silah var ya umarız bir gün size dönmeden bu millet hepinizi alaşağı eder.
Aydınlık” (Aydınlık 25 Ocak 2013)
“ORALARA GÖNDERECEK KOMUTAN KALMADI”
“Başbakan Tayyip Erdoğan TV’de katıldığı programda uzun tutuklulukları eleştirdi:
‘TSK’nın terörle mücadelesine darbe vuruyor. Oralara gönderilecek subay kalmıyor.
BÖYLE ŞEY OLMAZ YA
(Tutukluluklar) Bunların içinde karacısı var denizcisi var. Şimdi bizim bu kadar fırkateynlerimiz, gemilerimiz vesaire... Yani neredeyse komuta kademesinde oralara gönderilecek subayımız kalmıyor ya, böyle şey olmaz. Bakın şu anda içeride dört yüze yakın emekli muvazzaf subay astsubayımız var, bir ajan meselesi çıktı ortaya...
DELİL VARSA VER HÜKMÜ
Çok daha ağır olanı, yani örgüt kurmaktan, örgüt elemanı olmaktan... Şimdi böyle bir şeyin delilleri kesinse ver hükmünü işi bitir yoksa sen yüzlerce subayı, hele hele genelkurmay başkanını kalkar da bu şekilde değerlendirirsen bütün morali alt üst eder o zaman terörle nasıl mücadele edecek bu insanlar.”
(Hürriyet 26 Ocak 2013)
“AMİRALSİZ DONANMA”
“Deniz Kuvvetleri Komutanlığı’nda rütbe ve kıdem sıralamasına göre ilk 30 komutandan 16’sı ya istifa etti, ya hüküm giydi ya da çeşitli davalarda sanık sıfatıyla yargılanıyor. Komutanlar tutuklanırken ‘Ergenekon’un savcısıyım’ diyen Tayyip Erdoğan şimdi de ‘Tutukluluklar uzuyor, savaşacak subay kalmıyor’ diyor! İşte Deniz Kuvvetleri’ndeki o vahim tablo.”
(Aydınlık 27 Ocak 2013)
BOP EŞBAŞKANI VE DAHİ BAŞBAKAN ZATINIZ, SİLİVRİ SAVCISI DEĞİL MİYDİNİZ?
Anlaşılan sayın Silivri savcısının uzaktan yakından tanıdığı sayın yargıçlar söz dinlemiyor/ dinletemiyor da ondan savaşacak subay bulamıyor! Hele hele en ağır darbeyi şu cânım Deniz Kuvvetlerimiz yedi/ yedirdiler! Bu haksız yalan dolan belgelerle acıların acısı Deniz Kuvvetleri komutan bulamıyor sebep olanlara salt ‘Çırpınırdı Karadeniz’ değil Akdeniz! Ege! Boğazlar! Marmara!
CHP TUNCELİ MİLLETVEKİLİ SAYIN HÜSEYİN AYGÜN CAN, ŞU YAZIMI “BENDEN SELAM SÖYLE ANADOLU’YA” KİTABI GİBİ DEĞİL, CAN GÖZÜYLE OKUR MUSUN/ OKUTUR MUSUN?
Bu bölüm şöyle başlıyor:
“DİDO SOTİRİYU”
“...Rum asıllı bir Anadolu köylüsü Manoli Aksiyotis bir türkü söyler:
‘Dağın doruğunda/ Bir ışık yanar/ Işık sönmesin diye/ Söylerim bu türküyü/ Allahın emri olsaydı yalnız/ Gelsin derdim ölüme/ Yeter ki insan insandan/ Gene bir insan eliyle/ ayrılmasın/ Irmaklar çağlar da çağlar/ Su değildir çağlayan/ Gözlerimin yaşıdır/ Ayırdılar yurdumdan/ Sevdiceğimden, gülümden/ Beynime bir kurşundur sıkılan’”
Yunanlı yazar Dido Sotiriyu’nun Benden Selam Söyle Anadolu’ya romanını yıllardır hâlâ okurum. Bu romanın içeriğine benzer PAVLİ KARDEŞ, Anı/ Anlatı kitabımın başına Manoli’nin bu türküsünü almıştım Dido’nun bu romanından.
UZATTIĞI İKİ BİN MARK’I
Altı yıl önce Münih’te açtığımız sergiye bir genç geldi, 30X40 bir portre aldı, uzattığı iki bin Markı saymadan cebime koydum, bu Türk genci şaşırdı saymamı istedi “doğrudur” dedim. Sergide bir kart bulduk, boş bir gecemizde bizi çağırıyorlardı, adresteki Dost Taverna’ya. Bir gece gittik, sahiplerinden birisi resmi alan gençti, resim duvardaydı ve güzel bir ışık doğrulmuştu tabloya. Yıllar önce tanıdığım üç sanatçı arkadaş da buldum burada, dediler ki “Size bir sürprizimiz var... “Biraz sonra kapıdan kalabalık bir grup girdi içeriye, ak saçlı, başında bere bir bayan fotoğraflarından hemen tanıdım bu DİDO SOTİRİYU idi. Masalar masalara eklendi, herkes vurdu rakının gözüne gözüne, o gün İstanbul’dan uçakla getirilen taze İstavrit ile!
Benden Selam Söyle Anadolu’ya romanından, romanıma yaptığım alıntıdan söz ettim. Dido heyecanlandı, ülkeme döner dönmez göndereceğimi söyleyince, bize çevirmenlik yapan gözlüklü genç “Kitabınız bende var efendim” dedi “iki hafta önce İstanbul’dan almıştım”
Bu sefer heyecanlanma bana düştü. “Lütfen git getir” dedim. Sonradan Rumca, Türkçe konuşan gencin ünlü film yapımcısı Thomas Balkenhof olduğunu öğrenecektim İstanbul’dan kadim dostum Erman Okay’dan... Thomas kitabı getirdi, o bölümü çevirdi güzel bir ‘ithaf’ yazıp Dido’ya uzattım, o da çevrildi Rumcaya ve Dido dolu gözlerle kalkıp boynuma sarıldı.
Yirmiye yakın flaş patladı meyhanede, çekemeyenler haykırıyorlar “tekrar öpüşün, tekrar öpüşün...” Tekrar öpüştük bu, seksenlik güzel bayanla, yeniden istediler ve Filiz gülerek bağırıyordu: “Didooo kocamı alıyorsun elimden!”
İstanbullu çevirmen bayan Karaoğlu Filiz’in sözlerini çevirince Dido tekrar sarıldı boynuma...
BİR YIL SONRA MÜNİH’TEN BİR ÇAĞRI
“Türk Yunan Dostluğu, Anıların Tadı Toplantısı” için iki konuşmacı Atina’dan Dido Sotiriyu/ İstanbul’dan Fikret Otyam. O, Benden Selam Söyle Anadolu’ya kitabından, bu can da Pavli Kardeş’ten hemen Almancaya Yunancaya çevriliyordu okuduklarımız.
“ŞÜKRÜ EFENDİ”
‘...Sevgili dostlar, sevgili Dido şimdi sıkı durun senin kitabından da bir bölüm ben okuyacağım:
Mayıs başına doğru, Şükrü Efendi isminde bir başhekim geldi bölüğe. Hala yaşıyorsa, tüm hayır dualarım kendisiyledir! Bir ermiş gibi yetişip kurtardı bizi. Üniformayla harp bu cömert yürekten insanlık duygularını söküp atamamıştı, terk edildiğimiz karşısında dehşete kapıldı adam, ağır hastaların hastanelere taşınmasını emretti hemen, duvarlarda pencereler açtırdı, yaktırdı saman yığınlarıyla pis çuvalları, her tarafı dezenfekte ettirip badanalattı. Bir ütüyle birlikte yeni örtüler getirtti. Yıkanma ve kılları alma mecburiyeti koydu. İlaç ve süt verdi bizlere, karavanayı yenebilir hale getirdi.
Hastalıktan ölmeden çıkanlar için dört aylık nekahat izni imzalıyordu.
Ve üç binden, yedi yüzümüz kurtulabildiysek, bunu Şükrü Efendi’ye borçluyuz.
Hastaların izin kağıtlarını doldurmak üzere, beni yanına yardımcı almıştı. Sıra bana geldiği vakit, büyük bir heyecan boğdu içimi.
“Yaptığınız iyiliği hiçbir zaman unutmayacağım” dedim.
“Senin için yapmadım ki...” diye cevap verdi. “Sizler için yapmadım ki bu iyiliği. Kendi vatanım için yaptım! Yurttaşlarımızla askerlerimize insan dışı bir duruma düşmelerine göz yumacak olursak, ne biçim bir millet oluruz biz?”
Sözlerimi nasıl karşılayacağını kestiremediğim için ürkek bir sesle, fısıltı gibi:
“Harp, insanları hak yolundan döndürüyor” dedim.
“Genç olduğun ve bu genç yaşında büyük acılar çektiğin halde hayatı doğru bir şekilde görüyorsun” dedi. “Harp sahiden de insanlar ve milletler arasında uçurumlar açıyor. Sizin mitolojinizde bir Kirke vardır hani, dokunduğu insanları domuza çevirir. İşte bu Kirke, harbin ta kendisidir! Hadi şimdi koş annenin kucağına sana iyi şeyler yedirsin.”
“SEVGİLİ DİDO”
Münih’te Vortagassal Der Bibliothek, Gasteıg’te 26.5.1991 tarihinde saat on üçe doğru ışıklar karardı, sahnedeki o kocaman ak perdeye bir fotoğraf yansıdı.
“Sevgili Dido, Türk, Alman, Yunanlı canlar sizi birisiyle tanıştıracağım, şu gördüğünüz kişi eczacı babamdır, şu annem, şu yerde oturan küçük çocuk da karşınızdaki kişi. Ammaaa size asıl tanıştırmak istediğim bay, şu baydır iyi bakın. Bu bay Dido‘nun romanında adı geçen Şükrü Efendidir. Başhekim Şükrü Efendi. Manoli’nin anlattığı o güzel insan. Evet bu güzel insan savaştan sonra doğduğum yer Aksaray’da Sağlık Müdürü olan ‘Şükrü Amca’ dediğimiz doktor Şükrü Bey’dir. Şu ise eşidir. Şu bebeler ise çocukları Reha, Süha, Deha ise daha doğmamış. Benim elli altmış yıllık arkadaşım.
Dido ağlıyordu.”
Kaynak : Aydınlık Gazetesi