Güney ve Güneydoğu Anadolu 1962 yılının Mart ayına yağmurla girdi.
Malatya ve Adıyaman illerine bağlı bazı köylerde de topraksız köylüler geceleri odalarda toplanıp Gâvur Gölü yöresinden gelen habercilerin anlattıklarını tutku ve özlemle dinliyor.
Aynı anda Maraş’ın Elbistan ilçesi Tapkıran Köyü’nde de insanlar, Maraş’ın Gâvur Gölü’nden dönen habercilerin etrafına toplanmış, masal gibi dinliyorlar anlatılanları...
Su dökmeye çıktı birisi.
Bitirdi işini.
Göğe baktı.
Yıldızlar küsük.
Kapkaranlık.
Karalar yırtıldı birden, sulu kar düşmeye başladı,
ardından muhalif bir rüzgâr...
Girdi içeri...
“İkrardan dönmek yok” dedi birisi..
“İkrardan dönmek yok tamam mı?”
“Tamam” diye bağırdı cemaat...
“İkrardan dönen yol düşkünü olsun!..”
Sabahın alacasında yorganlar dürüldü... Kaplar, kacaklar, bulgur ve un torbaları, oklavalar, tahtalar bağlandı hayvanlara, yüklendi sırtlara ve bir insan seli Mart ayının sulusepken karı altında, muhalif yeli içinde, çoluk çocuk, genç ihtiyar, kadın kız yollara düştü yalın yapıldak...
“Hokümatın Gâvur Gölü’nde boş toprağı var imiş... Hokümat topraksızlara bu bereketli topraklardan dağıtıyormuş..” haberi yağmurla, karla, kara kara bulutlarla Güney ve Güneydoğu Anadolu göklerinden köylere iniyor, hane hane dolaşıyor, bunları duyan başkalarına duyuruyor ve binlerce insan dağlar bayırlar aşıp akın akın Maraş’ın Gâvur Gölü’ne doğru düşüyor yollara, hane hane...
Kimisi bir başına... Boydak... Bir lokma ekmek verecek azıcık torpak aşkına!
İbrahim Yeşil, bir başına yola düşenlerden. Vardı geldi Gâvur Gölü’ne... Binlerce insanı görünce inandı ki “hokümat torpaksızlara gerçekten torpak dağıtıyor, yoksa neden gelsin bunca insan?”
Köye döndü, barhanasını yükledi, yüklendi. Avradı, dört çocuğu düştüler yola, umut yüreklerinde yüklü altı can!
“...Yollardaydık efendi. Bir takım halinde.
Dabanlarımız vıcık vıcık.
Parmaklarımız buz kesmiş.
Yağmur, sulu kar zalım, durmak bilmez mübarek... Durmak bilmez.
Haydi dedik, Cenab-ı Hak acımıyor bize, bari sen dur, sen dur! Ne gezer? Allah’ın hikmetinden suval olunmaz kim! Hazreti İbrama oğlu İsmail’i kesmesin diye arştan Cebraim Aleyhisselam’la koca koçu indiren Hak Teâlâ kullarına bastırıyor gökten yağmuru, karı, ürüzgarı üstümüze üstümüze...
Ya Allah, Ya Muhammet... Ya Ali... Ya Hasan... Ya Hüseyin gör irezilliğimizi gör.
Varabildik İtma gediğine, zalım gediğe. Aha bu İtma gediğinde inan Ali aşkı için; ey can, ey dost inan, bi ipliğimiz kuru kalmadı, bi ipliğimiz! Cıpladık su her bir yanımız! Cıpladık su! Bedenimize yapıştı her bir şey. Sallanır olduk, bi dam yok, bi kaya yok sığınak, kuytu yok! Ne eden, ne yapan?
Biliyoruz artık, yürümek mümkünatsız, adım atacak derman kalmadı dizlerde... Bebeler ağlaşır analarının kucaklarında, sırtlarında.. Yerdekilerin ellerinden yapışıyik, sürürüz, çekeriz... Dayanın haaa... Yürün haa... Ha babam, ha babam dayanın... Yürün... Yürün, az kalmıştır! Dayanın canlar, dayanın gardaşlar! Dayanın ha! Yürüyün. Ha babam, ha can. Ha canlar... Dayanın ha az kalmıştır! Üç güne kalmaz varırız Gâvur’un gölüne. Hokümat torpak verecek. Alırız torpakları, kurarız evlerimizi, kendi öz malımız olacak! Davranın canlar, davranın yavrılar... Ya Muhammet... Ya Ali!”
İbrahim baktı Hüseyin Öz’e, o da göçenlerden, Hüseyin sürdürdü:
“Yağmur durmuyor efendi.
Yalınız yağmur olsa, eyi. Çeviriveriyor bazen kara, sulusepkene!
Cıbıl cıbıl olmuştur her yanımız. İbraam’ın dediği gibi bi tek ipliğimiz kuru kalmadı, unumuz munumuz çoktan bitmiş idi! Kimi yerde çobanlara yalvarıyor yakarıyorduk, biraz ekmek! Bölüşüyorduk ama kime yeter, kime tam fayda? Feridem, dört yaşındaki bebem anası Gülüzar’ın kucağında, yavrının dabanları şişik... Yürüyemez oldu acıdan, vınlayıp durur, bubaaa bubaaa epmek! Epmek yok. Nirden bulacan epmeği? Olsa yavrından mı saklan efendi? Feridem benim bebem, canımın bi parçası... Feridem ağlayıp durur, bubaaa bubaaa epmek... N’örün dağ başında? Ha can dedim, ha can... Tutele kendini... Tut yavrı tut... Şincik epmek bulacam sana... Hem de şeer epmeği, pambuklar gimi... Tutele kendini yavrı, tut...
Yavrı bu... Ne anar laftan? Annamaz!.. Yavrı dediğin bi süt kuzusudur. Gözünde fer kalmadı yavrının... Tut Feridem dedim tut kendini, tut, şincik varacaz bi yere... Şeer epmeği, olmazsa şepit epmeği bulacam bebeme... Dürümler yapacam içi pendirli, ballı, hatta soğan cücüklü! Tut Feridem tut kendini yavrım...Tut...
Feridem tuttu kendini, vınladı inledi tuttu kendini!
Yağmur, sulu kar durmaz efendi, hiç durmaz! Çamur diz boyu... Bastık mı yere ayağın orda kalır! Çekmeye derman mı kaldı?
İki ciğara içimi sona Beğere Köyü’ne varabildik, şükür Allahıma... Epmek bulduk, köylüler acıdılar hallarımıza, acıdılar da şepit epmeği verdiler, pendir verdiler... Verdiler ya Feridem yiyemedi.
Ölmüş!
Tıpkı oturur gimiydi anasının kucağında, oturur gimiydi. Uyuyor gimiydi gözleri yağmurun altında, ağlar gimiydi, elledik sımsıcaktı, sonra buz gimi kesildi!
Anası Gülizar daşgimiydi, o yürümeye dermanı kalmayan, gözünün feri tükenen Gülizar kadın dimdik kesildi, bastı Feride’mi bağrına, burnunun doğrultusunda yürümeye başladı. Durmadan, gözünü bilem oynatmadan... Habire ağıtlanıyordu. Derebaa berba mırabaaa. Kalk kuzum kalk! La memlekete halkememina. Elin memleketinde gurbette kalma!.. Ciğerimin künmake... Şu yanık ciğerimi delme...Dereba berba mıraba.. Kalk kuzum kalk!”
BİR KÖY DOĞUYOR ORADA: MİNEHÖYÜK’TÜR ADI
“Yoksulların işlerini bitiren
Samur kürklü koca beyler n’icoldu?”
FERMAN SALDIK EFENDİ
“Sonra fermanlar saldık efendi... Hokümata teller çektik... Acıyın bize dedik... Heç kimse duymadı... Duyuramadık zahir, duyuramadık... Muhasara kalktı.”
O tarihte İstanbul ve Ankara gazetelerinin bazılarında memleket haberleri sütununda şu haber yayınlandı:
“MARAŞ (Özel): Bundan bir süre önce Gâvur Gölü’nü istila eden sekiz bin topraksız köylü nihayet ısrarlı zorlamalardan sonra göldeki araziyi tamamen terkedip gitmişlerdir.”
Yine o günlerde başkent Ankara’daki ilgililerin bir sorusu üzerine Gaziantep Valiliği merkeze şu yazıyı gönderiyordu:
“Gâvur Gölü’ne yerleşen topraksız köylüler ve çingeneler burayı tamamen boşaltıp gitmişlerdir... Böylelikle Gâvur Gölü toprağında hiçbir kimse kalmamıştır...”
OYSA
Oysa, yollarda, sonra açlıktan göl toprağında ölüler veren iki yüz aile Minehöyük kenarında İslahiye sınırında kerpiç kesiyordu.
Şimdi ne yiyorsunuz?
Pancar işi çıktı can... Pancar işi... Çapa çıktı... Seyrekleme çıktı... Yövmiyeler yünsek... Üç liradan tut tam beş liraya kadar... Çapaya dayanıyoruz... Sabah altıda işbaşı yapıyoruz... Sabah dörtte yola koyuluruz sovan ile epmeğimizi alıp, sabah altıda tarlada oluruz... İki saat yol mu ki? Ama o susuzluk yok mu, ona dayanmak zor işte!. Kırbalarda su dayanmaz... Zaten ölüyüz... Memlekette bize lezzet yok... Akşam olunca yine koyuluruz yollara, işte böle böle geçinip gidiyok..!
DUY BİZİ HAL BÖLE BÖLE
“İbo Gök Gâvur’un gölünde sığırın güder
Beş yüz hanesine başkanlık eder
Candarma un çalır zalımlık eder
Ağalar birlik olmuş zulmeder
Alha alha a âdil paşam!
Seyid-i Battal Gazi’nin gününde doğmuşuz
Atatürk’ün gününde cephelerde aç susuz
kalmışız
Seferberlik gününden beri topraksız kalmışız
Sonna gelip Gâvur Gölü’ne konmuşuz
Koca Cemal Paşa’dan yardım isteriz.”
Uzattı kâğıdı İbo Gök:
“Aha can, bunu da yaz.”
VALİ, KAYMAKAM, VELHASIL DEVLET GİRİYOR MİNEHÖYÜK’E...
Maraş’a dönüşte anlattıklarımı can gözüyle dinledi Vali Orhan Akbay... Koca camlı gözlüklerinin ardı buğulandı.
Telefonun başına geçti, buyruklar verdi üç-beş yere...
“Evet, yarın sabah konağın önünden birlikte hareket edeceğiz!”
Baskın verildi Minehöyük Tepesi’ne toz duman... Devlettir, hükümettir gelen...
Validir, kaymakamdır, sağlık müdürüdür, sıtma eradikasyon amiridir, sıhhiyedir, doktordur arabalar dolusu... Ve Jandarma komutanıdır!
Minehöyük’te yaşam yok!
Sonra yaşam başladı tepede, ürkek, korkak, sarı benizli erkekler, kadınlar, ağlayan bebecikler...
“İbo al sana devlet... Anlatın hallarınızı, unlarınızın nasıl çalındığını, aşağıdaki ağaların ettiklerini, ölenlerinizi bir bir anlatın, korkman canlar bir bir anlatın hepiciğini.”
Anlattılar ardı ardına...
Sular incelendi, ilaçlandı...
Hastalara bakıldı, verildi ilaçları.
Duvarlardan sivrisinekler çekildi tüplere...
Türkoğlu Kaymakamı notlar aldı, Vali buyruklar yağdırdı...
“Kimse size artık el uzatmayacak. Unlarınız çalınmayacak... Korkmadan ineceksiniz aşağılara... Bakın, kapım açık sizlere, doğru bana gelecek dertlerinizi anlatacaksınız ve buradan size toprak verilecek, kurun evlerinizi...”
Validir, devlet...
Devlet ki sözünde durmalı, durmalı da devlet olduğunu ispatlamalı Minehöyük’te de!
GÂVUR GÖLÜ
Bir zamanlar Maraş’ın güneyinde Gâvur Gölü diye anılan bir göl vardı. Bu göle, 1948 yılının bir kışında kazmalar indi. Devlet bu göle el attı. Kurutma çabasının ilki böyle başladı ve 1953 yılında bitti. 846 bin lira harcandı, 8 kilometrelik kanal Aksu’ya bağlandı. Sonra 2 milyon 555 bin lira döküldü Gâvur Gölü’ne... 40 bin hektar arazi kurutuldu. Bu bereketli topraklar, adı topraksız ama bol bol toprağı olan ama partiye kayıtlı kişilere de cömertçe dağıtıldı... Bu bereketli topraklar bire otuz verir...
ŞİMDİ
Şimdi bir köy doğuyor: Minehöyük’tür adı...
Minehöyük’ün dibinde... Eğer bir gün yolunuz Maraş topraklarından trenle, otomobille Türkoğlu’ndan geçerse, Maraş’a doğru gidiyorsanız sağınıza, Çukurova’ya doğru iniyorsanız solunuza bakınız... Göz alabildiğine uzayan bir duman göreceksiniz... Bu bereketli Gâvur Gölü toprağıdır, duman duman yanan... Bu kimyevî bir yanıştır. Yıllardan beri tüter bu duman, yıllardan beri... Kara, bereketli bir topraktır. Ocağa atsanız yanar... Zamanla bu yanan yerler de sönecek ve bereketli topraklara tohumlar atılacak...
Eğer vaktiniz varsa iki saatlik bir geçitten sonra Minehöyük yamacına varırsınız... Minehöyük yamacında ise kayaların dibinde taştan yapılmış ama üfürsen yıkılacak evler göreceksiniz!.. Evlerin önü canını kurtaran bebelerle doludur. O taştan, o bir insan boyu bile olmayan evlerin içi tertemizdir. Duvarlarının kimisinde yanık türkülere eşlik eden üç telli sazlar görürsünüz... Günbatımında duman duman yanan Gâvur Gölü’ne doğru yanık yanık türküler dağılır.. Analar, kızlar, ihtiyarlar tandırların başına geçip akşam ekmeğini pişirirler. Garipsiniz.. Her kapıdan bir baş uzanır, sizi bir sokum ekmek yemeğe çağırır... Bunlar iyi bilir açlığın ne olduğunu.
Gündüzse, Maraş Sıtma Eradikasyon Müdürlüğü’nün arabalarını, sıtma için kan alan, ilâç dağıtan çilekeş, akıncı doktorlarını, laborantlarını görürsünüz... Maraş valisinin arabasını, valiyi görürsünüz dert dinlemeye gelen. Kerpiç kesen, taş yontan, su çeken, harç karan, kuyu açan kadınlı erkekli topraksız köylüler görürsünüz.
Eğer Minehöyük’ün tâ ucuna çıkarsanız yan yana üç mezar görürsünüz ufacık ufacık... Daha ötede Feride’nin mezarı. Biraz daha ötede bir büyük mezar. Oradan Gâvur Gölü duman duman görülür. Tâ ötelerde Türkoğlu... Türkoğlu’ndan sonra toz duman araçlar geçer. Trenler geçer ve o bereketli topraklar üzerinde yayılan inekler görürsünüz... Pancar sökenler görürsünüz.
ARTIK
Artık Minehöyük dibinde sabahları horozlar öter... Köpekler havlar... Öksürenler ellerine testireleri alıp taşlar arasında kaybolur... Tavuklar eşelenir... Minehöyük’de de sabahlar olur, akşamlar olur ve hane hane toplanan insanlar, hükümetten toprak bekler... İlgi bekler... Derler ki, göl kurudukça bura benim tapumda diye tâ gölün ortasına kadar sahip çıkan, hazine malını gasbeden ağadan al, biz gerçek topraksıza ver ey âdil hükümet baba... Ey can... Ey dost... Ey gül yüzlü yârim... Tabibim... Efendim. Bize de ver... Ver... Ver...
YIL 1978...
Fotoğraf sanatçıları Filiz Otyam, Demirel yollara düştüydük, 12 günde 6 bin kilometre aşıp Doğu ve Güneydoğu’da yaşayan dostlarla vedalaşmaktı bu aşmalar, 1979’da on yedi yıldır çalıştığım gazetem Cumhuriyet’ten emekli olmaya karar vermiştim, yolumuzu, bir zamanlar adımın verilmesini bastıranlara karşı durmuş olduğumdan adı yine Minehöyük kalan köye düşürdük. Tepemizde bizi izleyen bir tarım uçağı... Arabanın boyunu aşan Ayçiçeği tarlası sarıları bastırmış ve adam boyu buğdaylar, bunlar bereketli toprakların ürünleri bu topraklara yaraşan ve kocaman bir alan, alanda kocaman bir çeşme iki üç yerden gürül gürül akan ve çeşmenin önünde mini etekli genç kızlar cilveleşen ve her taraf üçer beşer katlı apartman!
KIZLAR İBO GÖK’ÜN EVİ NEREDE?
Yanıt mı? Bilmiyoruz amca... Bunları duyan birisi bir yolu tarif etti ve evinin önünden geçerken “yolun en sonunda” dedi ve yolun en sonuna varanda tek katlı yan yana iki biriket ev gördük, şaşmamış giysileriyle yaşlı iki “Kürt karısı” Gâvur gölünün yanan toprağıyla kazan ve tencere altına koyduklarının başında, şaşkınlar bunlar da nereden çıktı bakıştalar, “Anov, İbo Gök’ün evi burası mı?” Baş işareti “burası” dedi.. “Anov İbo emmi nerede?” El işareti tarlayı gösterdi ve elinde bir değnek iki büklüm İbo Gök, şaşkın...
AĞLAR MISIN GÜLER MİSİN?
Kulaklığını taktı, “Kimsiniz” sorusuna Demirel “Gazeteciyiz” der demez öfkelendi “Ben gazeteci Fikret Otyam’dan başka gazeteciyle konuşmam” deyip sustu iki elimle omuzlarından tuttum “İbo, İbo ben senin dediğinim İbo... Fikret... Fikret Otyam”
Ne yaptıysak nafile! “İbo nerede yazdığım o kitap, içinde fotoğrafımız var, getirsene” bi örgetmen varmış okuyup verecem demiş vermemiş zar zor aratıp buldurmuş, sandığın dibinde Kuran’ın yanındaymış, çıkarmazmış... Vedalaştık. Yolu tarif eden yolumuzu kesti ısrarla evine davet etti, keklik palazları karşıladı üçümüzü, duvarda Atatürk... İnönü... Gürsel Paşa... Geldiğimde çocukmuş, İbo’yu konuşup durduk, Minehöyük yüzünden altındaki döşeği kazanı kepçeyi satmış, işte şimdi bu hallardaymış... Bi de şu apartmanlara bakaymışız hepsi Alamancı malı.
Uçak, köyden ayrılana dek tepemizden uçtu, birisine sorduk “ağaların tayyeresi” dedi.
O GÜZEL ADAMI
SAYGIYLA ANIYORUM...
İri yarı, gözlük çerçevesi kap kalın camlar “pertavsız” gibi. Bir çocuk arabasıyla sergime gelmişti, kız bebesi kucağıma alıp sevdim...
Valinin kızı gazete sayfalarında her başkaldırıda en önde aşırı bir vatansever... Karakollar... Kelepçeler ve mapus damları falan. Bu kız bizim Maraş Valisi Orhan canın kızı.
Rivayet olunur ki ve gazeteler yazdı ki Vali uzun yıllar hasta döşeğinde, “n’olduysa” karısına seslenir beylik tabancasını ister, getirileni alınca kafasına dayar tetiğe dokunur...
BİR GAZETE HABERİ!
Minehöyük’ün en yaşlı kişisi İbo Gök 107 yaşında vefat etti.
Antalya Atatürk Devlet Hastanesi Kat 7, No: 710
Neye mi? Bakın şu Aydınlık gazetesine ne kadar Atatürkçü sivil asker var ise hepsi aşağı yukarı “Ağırlaştırılmış müebbet”. E.Tuğg. Veli Küçük 6 kez ağırlaştırılmış müebbet. Bir ülkenin onurlu ordusunun onurlu Genelkurmay Başkanı emekli Org. İlker Başbuğ ağırlaştırılmış müebbet! Bir bilimadamı Kemal Alemdaroğlu da öyle, hepsi öyle bizim gazeteci milleti Tuncay Özkan da, Balbay da. Bizim Deniz Yıldırım mı 7.5-15 yıl... Ya hapishaneci Prof. Dr.Yalçın Küçük cana da ağırlaştırılmış müebbet... Bir siyasal parti Genel Başkanı İşçi Partisi’nin Başkanı Dr. Doğu Perinçek ki saçı tümden ak bu kelli de 6 kere ağırlaştırılmış müebbet... Ey Amerika... Ey Avrupalılar sizi gidiler sizi, sizi aydın düşmanları Türk Ordusu düşmanları sizi. Ve emir kulları.
ÇILDIRACAĞIM NEYE Mİ?
Ey benim Gazi Mustafa Kemal Atatürk’üm ve ona inanmış yurtseverlerin kurduğu bizlere armağan ettiği laik Türkiye Cumhuriyeti’nin Cumhuriyet Savcısı/ savcıları/ saygın yargıçları bu karar açıklanınca nasıl uyudunuz, sizin ananız babanız dedeniz, nineniz, gelininiz, damadınız, torununuz, diyelim ki üniversitede okuyan canlarınız, komşularınız bu kararın kurbanları olmayacak mı? Kız erkek yavrularınız 6 kere ağırlaştırılmış müebbet giydirdiğin o yurtseverin çocuğuyla aynı sıraya düşende nasıl bakacak müebbetin oğluna kızına? Siz görev deyip elbette aldırış etmeyeceksiniz ama inanın talebiniz tutarsa Türk hukuk tarihine 256780793 sayfa, 3456 ciltlik kitap olarak geçeceksiniz.
BU KADAR MÜEBBET, 6 KEZ AĞIRLAŞTIRILMIŞ MÜEBBET ÖLÜMDÜR, ÖLÜM! YALAN DOLAN BELGELİ CİNAYETTİR, CİNAYET! ŞU İKTİDARA, ŞU DEMOKRASİYE BAKAR MISINIZ, İDAM YOK DİYE YERİNE MÜEBBET!
AYDINLIK sayfasında tek tek yer alanlar, bağışlayın ameliyatlı sağ kolum oynatılmayacak sol elin tek parmağıyla olmayan bilgisayarda bu kadar yazabildim tavana bakıp...