Fikret Otyam'ın Köşe Yazıları

Fikret Otyam'la İnsanı Konuştuk!

06.03.2014

Yıllarca yaptığı röportajlarla Anadolu'nun yazgısını, Alevinin, Kürdün, Bektaşinin, yoksul köylünün derdini, sesini Türkiye'ye duyuran gazeteci-yazar ve usta ressam-heykeltıraş Fikret Otyam, Metro Gazetesi'nden Banu Kibar'a konuştu. Kibar, üstatla önyargıları aşan, ülkesine fayda sağlamaya çalışan bir insan olma üzerine konuştu.

Antalya'da 4 Şubat’ta Fikret Otyam ile gerçekleştirdiğimiz söyleşimizi geçtiğimiz günlerde geçirdiği rahatsızlığı sebebiyle bugün yayınlıyor, iyi olduğu ve tedavi gördüğü hastaneden taburcu edildiği haberini de sizinle paylaşmaktan mutluluk duyuyoruz. Söyleşi için Antalya’daki evinde ziyaret ettiğimiz Fikret Otyam, gittiğimizde resim yaptığı odasında, Aydınlık Gazetesi’nde yayımlanacak yeni yazısı ile uğraşıyordu. 88 yaşında bitmeyen ve bitmemesini dilediğimiz enerjisiyle bizi karşıladı.

Eski dostu ve eniştesi gazeteci Şinasi Nahit Berker’in ‘Bu memleket uzun laftan battı’ alıntısı aklımızda, söyleşimizi kısa tutma niyetindeydik. Fakat 1950’de resim eğitimi sırasında başlayan gazetecilik, özellikle Doğu ve Güneydoğu Anadolu röportajları ve fotoğrafçılıktan gelen zengin birikimiyle Fikret Otyam’ın yanından iki saati geçen bir süreden sonra ayrıldık.

Gazetecilik yaptığı dönemde Alevi, Bektaşi, Kürt gibi uzun yıllar bastırılmaya çalışılan kimlikleri meydana çıkararak, haklarında konuşulmasını sağladı. Üretkenliğin yaşı olmadığını geçtiğimiz ay eşi Filiz Otyam ile Eskişehir’de açtığı sergisiyle ispatladı. Her Cumartesi yayımlanan yazıları ile ülkede olup biten üzerine düşünmeye, düşündürtmeye devam ediyor. Vatandaşın ve devlete hizmet eden yöneticilerin görevlerini sorguladığımız bu dönemde Fikret Otyam ile önyargıları aşan, ülkesine fayda sağlamaya çalışan bir insan olma üzerine konuştuk.

"Bedri Rahmi çok güzel bir adamdı" 

Bir Sait Faik anınızla başlamak istiyorum. Öykü anlatışınıza kulak veren Faik, yanınıza gelip “Anlattığın gibi yaz” demiş. Resim eğitiminize ise hocaların hocası İbrahim Çallı’nın ardından Bedri Rahmi Eyüboğlu Atölyesi’nde devam ettiniz. Bedri Rahmi Eyüboğlu’ndan sizde kalanlar neler?

- Sevgi, sevgi, sevgi. 'Reisler' derdi, Karadenizli o. “Bakın reisler kim var burada, Orhan Kemal” falan diye tanıtırdı. Hocam hem şair hem yazar hem öykücü hem de türkücüydü. Atölyede bazen türkü söylerdi. Bazen hoca ile birlikte ben de içerdim. Bir gün dolabı açtım, şarap şişesi düştü. Şöyle bir baktı yüzüme. İçtiğime pek memnun değil ama bir şey de söylemedi.

Bir başka gün para aldım postaneden. Erkenden Karaköy’e gittim. Boya, resim malzemesi aldım. Zar zor tramvayın birinci mevkiine bindim. Etraf tıkış tıkış. Böyle giderken paket düştü elimden. Bir el daha topluyor benimle. Baktım hocanın elleri. “İşte seni bu yüzden seviyorum ben” dedi. Bir gece evvel ise Cahit Irgat, Saik Faik’in gittiği bir meyhaneye gitmiştim. Şarap içip balık yiyeceğim onlarla, yazarlar arasına giriyorum artık. Hoca geldi. Suratı bir tuhaf. “Ne arıyorsun burada ulan?” dedi. Yemek yiyeceğim dememe fırsat vermeden “Burası yemek yenecek yer mi? Defol git” diye beni azarlamıştı. Yani bir gece önce azarladığı çocuk, ertesi sabah boya malzemesi alıp okula gidiyordu. Hocamızdan dostluk gördük. Çok güzel bir adamdı.

1950 yılında resim öğrencisiyken bir akşam gazetesinde sanat yazıları yazmak için Babıali’ye gidiyorsunuz.

- Son Saat Gazetesi. Cihad Baban var. “Git evladım resmini yap” diyor bana. Ben oturuyorum orada. Bir gün adliye polis muhabiriyle kavga ettiler. Muhabir “Gidiyorum” dedi, o da “Defol” dedi. O zaman sözleşme falan yok. Bana döndü, “Adliye polis muhabirisin” dedi. Düşünebiliyor musun? 2,5 yıl burnuma kan koktu. Ama 2,5 yıl İstanbul’un görülmeyecek yerlerini gördüm. Olunmayacak şeylere tanık oldum. Sonra Dünya Gazetesi’ne girdim. Falik Rıfkı Atay’ın. Atatürk’ün en yakını yazar. Orada yazı işleri müdürü İhsan Göğüş’ün yardımcısı oldum. Hem okudum hem geceleri Dünya Gazetesi’nde çalıştım.

Faik Bey bana 'Otyat Bey' veya 'kuzum' derdi. “Kuzum Otyat Bey dedi, hem okudunuz hem çalıştınız size bir bilet alalım Hopa’ya kadar gidin gelin” dedi. Dedim “Faik Bey, ben kara çocuğum en büyük dağ Hasan Dağ, en büyük su Uluırmak, bir de Tuz Gölü. Ben doğuya gideyim” dedim. Doğu şöyledir böyle dediyse de Bedii Faik Bey işaret etti, bana izin çıktı. 45 gün sonra döndüm gazeteye.

Ağalar zulüm ediyormuş, onları yazacağım diyerek gittim. Sonra bu benim içime işledi. O zamandan beri Doğu’nun acısı, kan davası, hastalığı, ne kadar derdi varsa benim derdim oldu. Duyunca gazeteden izin almadan atlar giderdim.

"Bunlar Alevi, bunlar Kızılbaş. Bunların kestiği yenmez, mekruhtur”

Ezilenleri, haksızlığa uğrayanları, toplum tarafından farklı görülenleri düşünmeye başlamanız çok daha eskiye gidiyor. 7 yaşınızda yaşadığınız bir olayla Alevi kimliği üzerine düşünmeye başlıyorsunuz.

- Çocukluğumda Aksaray’da pazar çarşamba günleri kurulurdu. Eczanemizin önünde. Bir meydan var. Meydana köylüler gelir. Ne satıyorsa; yağdı, yumurtaydı, peynirdi falan… Biz tereyağı çocuğuyuz. Sahtekarlık yoktu o zaman. Mis gibi tereyağlar. 

Babam “Git bir cingil yağ al” dedi. Cingil şöyle bir bakır kap. Gittim bir adam orada, pos bıyıklı, sigaradan yanmış bıyığı. Üstü başı yırtık ama önündeki yağın üzerindeki bez koladan çıkmış gibi. Tam parayı verirken 60 kuruş mu, 55 kuruş mu, oradan bir kol yapıştı “Yürü git” dedi. Bir baktım müezzin İbrahim Efendi Amca, nur içinde yatsın. “Ulan dedi bunlar Alevi, bunlar Kızılbaş. Bunların kestiği yenmez, mekruhtur” dedi. Hiç kulağımdan gitmiyor. Bugün 88 yaşındayım, bu anlattığım hikaye 7 yaşındayken. 

Gittik başka yerden yağ aldık, eczaneye geldik. Babama da şikayet etti “Kızılbaşlardan yağ alıyordu, önledim” dedi. Şurama işledi bu benim. Ne demek mekruh, ne demek Kızılbaş? Ne demek Alevi? Neden yenmez? Zamanla öğrendim ki bunlar Yavuz Sultan Selim’in kılıcından kaçan, Hasan Dağı’na sığınan Aleviler. Bunlara merak saldım ben. 1953’te mezun olunca dedim ya gazete için gittim diye, işte kendimi Alevi köylerinde buldum. 20 yıl sonra peşine düştüm yani. Zaten o arada da Alevilikle ilgilendim, hep kitap okudum.

Cumhuriyet Gazetesi’ne geçtiğinizde de bu konu üzerine gidiyorsunuz.

- 62’de Cumhuriyet’e girdiğimde “Yav size bir röportaj önereceğim; Aleviler, Bektaşiler hakkında” dedim. Başta Cumhuriyet gibi gazetede böyle röportaj olur mu dediler. Sonra İstanbul yapsın deyince Allah’ını seven tutmasın diyerek yola çıktım, 1,5 ay sonra döndüm. Kitabı da var “Hû Dost”. Bu röportajlardan sonra nasıl mektuplar geldi biliyor musun? “Biz bunların böyle olduğunu bilmiyorduk” diye. Benim yapmak istediğim de buydu. Postacı isyan etti, yeter artık diye.

"Sünniyim ama Alevilerden, Bektaşilerden aldığım birçok ödül var" 

Boynunuzdaki kolye, yazılarınızda sıklıkla geçen “can” deyimi Alevi kültürüne özgü değil mi?

- Ben Alevileri, Bektaşileri çok sevdim. Bu kolye 60 yıldır benim boynumda. Anlamı 12 imam veya da 12 Ay. Bütün Alevi, Bektaşilerin boynunda bu vardır. Can kelimesi de türkülerinde var. Bey yerine can derler, ben de alıştım. Çünkü bir yakınlığım oldu onlarla. 3. Hacı Bektaş Veli ödülünü verdiler bana. Ben sünniyim ama Alevilerden, Bektaşilerden aldığım birçok ödül var.

Aldığınız birçok ödülün dışında, kendilerini dünyaya sizin tanıttığınızı söyleyen Kayseri’nin Karaözü beldesinde bahçesinde heykeliniz bulunan, adınızı taşıyan bir kültür evi ve sokağınız var. Yine Adıyaman’un Tut ilçesinde bir alana Fikret Otyam Meydanı denmiş.

- Evet, o meydan Atatürk’ün anası Zübeyde Hanım’ın caddesine bakıyor. Böyle güzel tören yapıldı orada. Geldik Filiz ile düşünüyoruz, ne hediye edelim Tut’a diye? Orada Atatürk’ün büstü vardı. Dedik bir heykelini dikelim buraya. Eli kitaplı bir Atatürk heykeli armağan ettik, öyle kılıçlı, atın üzerinde değil. O meydana karşı Atatürk’ün de heykelini yapınca ana oğulu birleştirdik. 

"Ulan be adam, seni adam zannettik. Sen de namussuzun biriymişsin"

Tüm bu güzel dostlukların yanında röportajlarınızda yanlış anlaşıldığınız oldu mu?

- Isparta’nın Baladız köyünde Bektaşiler var. Pamukla, gülle uğraşırlar. Ağaları zulmederlermiş. Benim de asker arkadaşım o köydendi. Ona da gittim röportajları yaparken. Çok iyi karşıladılar beni. Baladız’da cem yaptılar. Çalgılar var, bağlama… Ben haberi verirken fotoğraflarda olan kişilerin gözlerini kapattım. Çünkü 61 Anayasası’na göre, Alevilik mezhep fakat Bektaşilik tarikat olduğu için yasak. Ben de Bektaşiler arasındayım. 

Bir mektup bana; “Ulan be adam, seni adam zannettik. Sen de namussuzun biriymişsin. Neden bunların gözlerini kapattın? Bunlar ırz düşmanı mı?” Ben de 'ey okurum diye başladım, vaziyet bu yoksa onların gözlerini kapatmaya kimsenin gücü yetmez' diye açıklayan bir mektup yazıp Cumhuriyet’te yayımladım. İstanbul Sıkıyönetim Komutanlığı yazıyı yasakladı. 3 ay sonra Son Havadis Gazetesi’nde, Adalet Partisi’ne yakın, Bektaşiler hakkında röportaj başladı. Çok ağır bir mektup yazdım İstanbul Sıkıyönetim Komutanlığı’na. İzin çıktı. Kaptığım gibi daha önce çıkan ilanla radyoya gittim. Almadılar. İçinde Alevi, Bektaşi geçiyormuş. İlan şu şekilde çıktı: Fikret Otyam’ın yarım kalan röportajı şu gün Cumhuriyet’te başlıyor. 

"Şu, bu hükümete kızıp yalan yazmak yok" 

Can Pazarı röportajınız için pamuk işçilerinin arasına işçi olarak karışmışsınız. Kimi röportajlarınız için ifade vermeye çağrılmışsınız. Kimi röportajlarınızdan sonra devlet görevlileri gazeteyi arayıp daha fazla bilgi için yardımcı olmanızı istemiş. Bazı röportajlarınız sayesinde devlet görevlileri sorguya çekilmiş. Gazetecilik yaptığınız dönemdeki prensibiniz neydi?

- Bütün derdim hiçbir zaman yalan yazmamak. Doğruya doğru, eğriye eğri. Şu, bu hükümete kızıp yalan yazmak yok. Halkın mutluluğu, çıkarı, daha iyi bir yaşama kavuşması için ne varsa olanaklar, onları sağlamak için gereken yazıları yazmak lazım. Uyarman lazım. Ukalalık etmeden. ‘Şöyle şöyle olsa daha iyi olur kanısındayım’ demek lazım. ‘Şöyle şöyle daha iyi olur’ demek yok. Kanısındayım demek gerek.

Sevgi ve vefayı insan, yüreğinden çıkarmayacak. Toplumda, insanda vefa olmazsa bırak gitsin. İlla vefa, illa sevgi.

Vefa nedir sizce?

- Vefa, insanlara sevgiyle bağlı kalmaktır. Bakma herkes İstanbul’da semt zanneder Vefa’yı, bozası meşhur. Değildir. Ben de bunu hep anlatırım. Sevgidir. Bazı şeyleri unutmamaktır. Kaç yıl sonra Urfa’dan bir otobüs dolusu çocuk ziyaretime geldiler. Bu vefadır.

İçinizdeki bitmeyen enerjiyle yeni bir projeniz olduğuna eminim.

- Nisan ayında Ankara’da Merhaba Ankara Kalesi isminde sergimiz olacak. İsmini Doğu Perinçek gönderdi hapishaneden. Burada, Antalya’da galeri yok. Güzel Sanatlar Galerisi var, millet sıraya girmiş, bize sıra gelmiyor. Yine resim yapmaya devam edeceğim, sergi açmak şart değil. Eşime, çoluk çocuğuma miras kalır.

Gazete Metro’da bir bölümümüz var. Bu dönemde ne okunmalı? ne izlemeli? diye soruyoruz. Sizce ne okunmalı?

- Şimdi herkes maval okuyor. Yeni kitaplar çıkıyor. Çok kitap çıkıyor, demek ki okuyanı da var. Ama geniş halk kitlelerinin okuduğunu sanmıyorum. Ben her şeyi okurum.

Sizin eklemek istediğiniz bir şey var mı?

- Büyüklerin ellerinden, küçüklerin gözlerinden öperim.


KAYNAK : http://gazetemetro.com/fikret-otyamla-insani-konustuk/