Fikret Otyam'ın Köşe Yazıları

Fikret Otyam'la Söyleşi

12.05.2012

Leyla Akgül - “Gazetecilik, resim ve fotoğraftan oluşan bir yaratık" diye tanımladığınız Fikret Otyam’ı biraz tanıtır mısınız?

Fikret Otyam - Yazı bittiği zaman fotoğrafa fotoğraf bittiği zaman fırçama ulaştım. Hepsi gerçeği anlatmak için. Fotoğraf gazetecilik ressamlık eşittir Fikret Otyam.

Leyla Akgül – İlk işinize daha altı yaşında iken babanızın eczanesinde başlamışsınız O günlerden bugüne elbette çok zaman geçti. Kendi çocukluğunuz ile bugünün çocuklarını kıyaslıyor musunuz? Eksik ya da fazla ne var?

Fikret Otyam - Babam bütün kardeşleri gibi altı yedi yaşlarında beni de soktu eczaneye. O çocukluğumu bu günkü çocuklarla yani torunlarımla karşılaştırdığımda mutluluk ve mutsuzluk üstünlük ve geri kalmışlık bir biriyle cenk ediyor. 81 yaşında bilgisayar da yazmaya başladım İlkokul 4-5’e giden torunuma telefon ediyorum. “Ne yapayım?” diye. Bana komut veriyor. Dede şurayı şöyle burayı böyle yap diye. Ama o hiçbir zaman eşeğe binip bağlara, bahçelere gidemedi. Uçurtma uçurtamadı. Ulu Irmak’a girip çimemedi.

Leyla Akgül – Eczaneye gelen köylülerden dinlediğiniz hikâyeleri günü birlik not edip daha sonra bunları gazetede yayımladınız. O hikâyeleri not almaya başladığınızda gazeteci olacağınızı düşünüyor muydunuz?

Fikret Otyam - Ha hiçbir zaman aklıma gelmedi. O yaşadıklarımı not etmek hoşuma gidiyordu.

Leyla Akgül – İlk resimlerinizi eczaneyi boyamaya gelen tabelacının verdiği boyalarla yapmıştınız. Bu günlerden o günlere baktığınızda geçip giden 60 yıl size neler söylüyor?

Fikret Otyam - Neler söylemiyor. Kutu yağlı boya ile kontrplak üstüne hiçbir resim kültürü olmadan yaptığım resimleri anımsıyorum. Bir deniz resmi yapmışım. Masmavi gökyüzü, masmavi bir su! Adını da koymuşum; “Denize Hasret.” Ne hasreti? Gördüğüm su Ulu ırmak ve Tuz Gölü. Ama görmeden denize hasret çekmişim.

Leyla Akgül – Üstad Bedri Rahmi Eyüpoğlu’nun atölyesinde, Sebahattin Ali, Orhan Veli, Sait Faik, Ahmet Hamdi Tanpınar, Cahit Irgat Balıkçı, Ferdi Tayfur, Adalet Cimcoz, Mehmet Ali Aybar, A. Kadir, Mehmet Ali Cimcoz, Hüsamettin Bozok, Yaşar Nabi Nayır ve Aşık Veysel gibi ustalarla tanışıp arkadaşlık ettiniz. Siyasi kimliğinizin oluşmasında bu tanışıklıkların etkisi var mıdır?

Fikret Otyam - En büyük dostumu unutmuşum Leyla, ölene dek akıl almaz bir dostluk yaşadığımız Raşit Kemal’i yani Orhan Kemal’i yitirdikten sonra hakkında beş yüz sayfalık kitap yazdığım arkadaşım, dostum ustam Orhan Kemal”i. Elbette hepsinin etkisi oldu. Ne yi kimden saklayacağım.

Leyla Akgül – Karış karış Anadolu’yu gezip Anadolu halkıyla yaptığınız röportajları Topraksızlar, Gide Gide, Ha Bu Diyar, Harran ve Irıp, Ey Samandağ Samandağ isimleriyle ölümsüzleştirdiniz. Anadolu size ne fısıldadı.?

Fikret Otyam - İlk kez Dünya Gazetesi Yazı İşleri Müdür Yardımcısı ve Yazarı olarak işverenim saygı ile andığım Faik Rıfkı Atay’ın ve Bedii Faik’in izinleriyle ilk kez gittim Doğu ve Güney Doğu Anadolu’ya bir Orta Anadolu çocuğu olarak, gidiş o gidiş. Anadolu bana o insanlara o topraklara, o dağlara, o göllere, o ağaçlara o börtü böceklere, o tarifsiz geçmişe sahip çıkmayı gerektiğini fısıldadı. O fısıltıyı yerine getirdiğimi umuyorum

Leyla Akgül – Hocam sizin Güneydoğu Anadolu projesine özel bir ilgi ve bağlılığınız var? Bu aşkın sebebi nedir? Nasıl başladı?

Fikret Otyam - Urfa’da daha o zaman şan eklenmemişti Hanel El Bağrur köyünde çipten indim. Mataram da su bitmişti. Bir kupa “may” istedim. Ortalıkta bir telaş, neden sonra buzlu cam gibi bir bardakta o sıvı geldi. Bir yudum yuttum, içilir gibi değil, sonra suyu döktüm. Bir dakikaya kalmadan o sarı sıcakta buhar olup gitti. Evdeki köpeğim bile içmezdi o suyu. Yirmi otuz çift göz bir hoş baktılardı. Kadınlar bizim kadınlarımız sırtlarında tuluklar altı yedi saat ödeten taşırlarmış bu içilmez suyu Aşağılara baktım “o azgın Fırat gürül gürül akıyor” dedim. “Akhuylar” yani Arapça Kardeşler, “Ey Kekolar” yani Kürtçe Kardeşler, “Ey kardeşler sabredin gün gelecek şu deli Fırat’a gem vurulacak, sizde o sudan nasibinizi alacaksınız, yıkanıp yunacaksınız, buz gibi sular içeceksiniz. Dayanın Kekolar, Dayanın Akhuylar, dayanın sabredin.”

Bu sözler Dünya gazetesinde yayınlanan “Doğudan Gezi Notları”nda çıktı 1953”ün Ağustos”unda. O gün bu gündür bu umudun peşindeyim. Gün geldi Devlet su İşleri Genel Müdürü Süleyman Demirel, bu candan iki yıl sonra ilk kez o topraklara ayağını bastı, basış o basış. Susuzluğa kuraklığa bir savaş açıldı. İlk temel Keban’da atıldı. O günü hiç unutamam. Toz toprak içerisinde bir fotoğrafım var, Hayat Dergisi’nin kapağında, Demirel kürsüde TRT”den Jülide Gülizar’ın başı bağlı arkadan, o da tozdan nasibini almış solda da ben, ellerimizde Uher teyplerinin mikrofonları. O ilk heyecana bakın. Bir ara ortalıktan kaybolan Başbakan Demirel, bir kulübe de ağlıyordu. Gün geldi yıllarca Cumhuriyet Gazetesi”nde en ağır yazılarımı yazdığım karikatür gibi fotoğraflarını çektiğim Demirel ile, bir kadına aşık iki can gibi olduk. Bu sevdamızın adı aşkımızın adı; ünlü Güneydoğu Anadolu Projesi GAP”tı. Atatürk Barajı”nın temel atma töreninde emekli bir gazeteci olarak Gazipaşa”da yaşarken ona bir telgraf çekip, bir kürek harçta benim için atmasını dilemiştim. Atmış. Sonraları yine başbakan, Cumhurbaşkanı olarak temel atma, açılışlara eşim Filiz Otyam”la bizi “Onur Konuğu” olarak çağırdı.

Leyla Akgül - Dört büyüklerin GAP’ı teftişini merak ediyorum, hocam, bahseder misiniz? (Başbakan Yılmaz, Meclis Başkanı Çetin, Cumhurbaşkanı Sayın Demirel, bir de Otyam)

Fikret Otyam - Yukarıda anlattım. Yine bir temel atma töreni vardı. Biz Filiz ile uzaktan seyretmeyi yeğliyorduk. Adım anons edildi; Cumhurbaşkanı Demirel, Başbakan Mesut Yılmaz, TBMM Başkanı Hikmet Çetin maket başındalar, yanlarına gittim. Cumhurbaşkanı “Ne diyorsun?” dedi. “Ne diyeceğim Allah bana bu günleri de gösterdi” dedi. “Göstersin ölsem de gam yemem.” Demirel, “Neden gardaşım? Açılışını da beraber yapacağız” dedi. Tanrı o günleri de gösterdi

Leyla Akgül – Sayın Demirel onun için çok ağır yazılar yazmanıza rağmen sizi her açılışa götürdü. Hatta bazen zorladı. Ancak sonra aranız açıldı. Sebep neydi?

Fikret Otyam - Cumhurbaşkanlığı Büyük Seçici Kurulu Görsel Sanatlarda beni, tiyatroda çocukluk arkadaşım Yıldız Kenter’i Vakıflar da da dostum Şakir Eczacıbaşı’nı ki çok değerli, çok usta bir fotoğraf çekendir kendisi. Ara Güler kızmasın, foto muhabiri değil fotoğraf sanatçısı. Çankaya Köşkünde büyük bir törenle ödüllerimizi aldık. Bir ay sonra eski gazetem Cumhuriyet’te yeni Devlet Sanatçılarının isimlerini hayretle okuyordum. Birde baktım ki Görsel Sanatlarda da Devlet Sanatçısı yapılmışım. Öyle isimler vardı i bu onuru hak etmeyen, isyan ettim. Ukalalık değil, kabullenmek zordu. Demeç verip bu ödülü reddettiğimi açıkladım. Kültür Bakanı İstemihan Talay bu kabullenmemeyi olgun karşıladı. Biz nasıl veriyorsak, onun da kabul etmeme hakkı var dedi. İş büyüdü. Bu konu dillere kalemlere düştü. İstanbul”dan da bu işe karşı çıkıldı. Uzatmayayım şimdi böyle bir unvan yok. Son imza mercii cumhurbaşkanı olduğu için bu reddime üzüldüğünü duydum. Ama bakın işe TEMA Vakfı GAP”la ilgili büyük bir belgesel hazırlıyordu. Yaşadığımız köye de geldiler, iki gün çekimlere yapıldı. Ne bildiysem, ne yaşadıysam hepsini anlattım. Belgeciler iki GAP sevdalısını yan yana getirmeyi istediler. Sayın Demirel”in bana biraz kırgın olduğunu söyledim. Sonra bir haber geldi “ Onları çok özledim. Sevinirim” demiş. Güniz Sokak”taki evindeydik. Kameralar, ses alma aygıtları büyük bir çaba içinde bu işin emekçileri. O eski çalışma odası yani çok dağınık oda yeniden düzenlenmiş pırıl pırıl. Merdivenden iniyordu, bizi gördü “Uy Babo” deyip boynuma sarıldı. Bu bir kitabımın adıydı. ‘Vah Babam’ demek Kürtçe. Üç buçuk saat tam üç buçuk saat ben sordum o anlattı. Bire be adam bir kere tökezle yanlış söylesene, söylemedi. Bana ve Filiz’e kitaplar imzaladı. Antalya içinde sorular yönelttim; Turistlik bölgeleri bekleyen büyük sorunları tek tek sıraladım Yazdığım Turizm Word??? Dergisin de bunları yayınladım. Ne ki o koca belgeselde ben deniz iki yerde şöyle böyle konuşuyorum, üç buçuk saat konuşan Demirel”e de iltimas yapılmış onun ki benden biraz daha uzun. Bu çirkin kazığı unutmuyorum. Hem çirkin hem ayıp! Neyse olan oldu.

Leyla Akgül – Bildiğim kadarı ile ezanın Arapça okunmasında sizin de payınız var, nasıl oldu? Şimdilerde yükselen dinci ırkçılık karşısında düşüncelerinizi öğrenmek istiyorum. Aydınlık Türkiye’nin temellerinin atıldığı günlerden bugüne nasıl gelindi?

Fikret Otyam - Her aydın gibi Cumhurbaşkanı İsmet İnönü”ye bende kızıyordum. Sol düşünceye yapılan zulmler dolayısıyla. Etki altındaydık elbette ve ilk oyumu kullandım İstanbul Fener Yolu”nda. Babamın yemenden silah arkadaşı çok sevdiği İsmet Paşa”ya oy vermedim, Demokrat Partiye attım ilk oyumu. Gece babam yüzüme baktı, aileden CHP”ye sadece benim oy vermediğimi elbette anlamıştı. “Yavrum verdiğin ilk oy memlekete uğurlu ve hayırlı olsun” dedi anlamlı bir şekilde. Bir gün savaşlardan sonra yorgun bir savaşçı olarak Konya İkinci Ordu”dan emekli olan Eczacı binbaşı babam, Aksaraylıların isteği üzerine uzun yıllar orada kaldıktan sonra doğduğu yer İstanbul”a gelmiş ve Feneryolu’ndaki küçük eczaneyi almıştı. Tam, ünlü Mashar Osman Köşkü”nün karşısında, tren yolunun eteğinde. Şirin mi şirin, minik bir camiinin yanında oturuyoruz. Ezan başladı. İlk defa “Tanrı uludur, Tanrı Uludur. Tanrıdan başka yoktur tapacak! Diyen müezzin hiç anlamadığım şeyler söylüyordu. Hayretler içerisinde aldım” baba dedim. “Bu ne?” Gözlerimin içerisine baktı yanıtladı: “Sayende yavrum. O güzelim Türkçe Ezan Arapça okunmaya başlanmıştı. 1953 yılında Atatürk”ün en yakını, her zaman saygıyla andığım Faik Rıfkı Atay”ın Dünya Gazetesi”nde yazılarımız yan yana çıkınca babam, “ Bir gün doğru yolu bulacağını biliyordum” demişti. O doğru yolda devam ediyorum.

Leyla Akgül – Bütün insanları sevdiğinizi biliyorum ama yine bildiğim kadarıyla siz bir alevi dostusunuz, hatta bildiğim kadarı ile kendinizi alevi olarak tanımlıyorsunuz. Hatta bir gülbenk (duazimam) yazdınız. Sizi Alevi – Bektaşi geleneğine yaklaştıran sebep neydi? Aynı ölçüde aleviler de sizi sevip benimsedi mi?

Fikret Otyam - Bak Leyla; bin kere yazdım on bin kere anlattım. Kısaca sana da anlatayım. Aksaray”da eczanemizin önünde Salı ve Çarşamba günleri Pazar kurulurdu. Babam bir cingil yağ almamı istedi. Biz tereyağı çocuklarıydık hilesiz hurdasız. Kasketli, pos bıyıklı, bıyıklarının uçları sigaradan sararmış, üstü başı yırtık ama tertemiz, hele hele cingili örten beyaz bez kolacıdan çıkmış gibiydi. Parmağımın ucuyla yağı aldım miskler gibiydi. 40-50 kuruş kilosu. Tam bu sırada bir el omzumdan yapıştı. Baktım müezzin İbrahim Efendi Amca. Çekti, “Nörüyon lan” dedi, kızgınlıkla. “İbrahim Amca” dedi. “Babam yağ almamı söyledi”. “Lan bunlar Kızılbaş, bunların kestiği yenmez, mekruhtur yörü”. O yağı aldı eczaneye geldik birde babama şikâyet etti Kızılbaşlardan yağ almak isteğimi. O çocuk aklımla Kızılbaş, mekruh, kestiği yenmez sözleri kafamdan çıkmadı. Nasıl bir yer etti anlatamam. Müezzin Amca”nın Kızılbaş dediği bu insanlar koca Hasan Dağımızın doruklarında yaşarlar, sadece ürünlerini satmaya, gereksinimlerini almaya Aksaray”a inerler. Bu Kızılbaş köylüleri, jandarma da adliye de poliste asla göremezdik. Sessizce gelir, sessice giderlerdi. Zaman geçti Bunlarında Yavuz Sultan selim”in komutanı Kuyucu murat Paşa”nın zulüm ve ölüm kılıcından kaçıp hasan Dağı”na sığındıklarını öğrendim. İlk kez Güneydoğu ve Doğu Anadolu”ya çıktığımda da özellikle bu alevi yani müezzin İbrahim Amca”nın değimiyle Kızılbaşların köylerine uğramak, onlarla beraber olmak bir mutluluk oluyordu benim için. 1962 yılında Cumhuriyet Gazetesine girdiğimde ilk işim yöneticilere Alevilerle, Bektaşilerle ilgili bir yazı dizisi önermek oldu. Genel Yayın Müdürü Ankara Temsilcimiz Ecvet Güresin Ağabey, “Ulan sen deli misin? Cumhuriyet gibi bir gazetede din mezhep yazı dizisi olacak şey mi?”. Direndim. Saygıyla sevgiyle andığım Genel Yayın Müdürümüz Cevat Fehmi Başkurt”tan izin geldi; “Yazı dizisini git hazırla” Allahını seven tutmasın. 34 gün sonramı ne tomar tomar fotoğraf ve ses kayıtlarıyla döndüm İstanbul”a. Yazı dizimin adı “Hü dost”. Ankara radyosuna da ilanlar verildi. Yazım başladı. Isparta-Burdur yol kavşağında Baladız köyü tümden Bektaşi’dir. Onlar mihman eylediler, yani konuk. Cemler yaptılar. Rahat rahat fotoğraflar çektim. Ve fotoğraflarda gözleri siyah bantla kapattım. Çünkü 1961 Anayasası”na göre mezhepler serbest, tarikatlar yasaktı. Bektaşilik tarikattı, beni bağırlarına basan o canlara bir kötülük gelmesin diye yapmıştım bu göz kapatmayı. Bir okurumdan çetrefilli bir yazıyla mektup geliverdi. “Ey Dost” diyordu. “Biz seni adam belledik. Bunlar hırkız mı, dolandırıcı mı, cinsi sapık mı, katil mi gözlerini kapatmışın? Yuh sana” falan diyordu. Ertesi gün yazımın altına bir not koydum. Bunun yasa gereği olduğunu yoksa Alevilerin, Bektaşilerin gözlerini kapatmaya kimsenin gücünün yetmeyeceğini vurguladım. Ertesi günü İstanbul Sıkı Yönetim Komutanlığı “Hü Dost” adlı yazı dizimi yasakladı. Üç ay sonra dayanamadım Sıkıyönetim komutanına inanın çok ağır ama çok ağır bir yazı yazdım kararlarından şekvacı oldum. O sıralar Ecvet Güresin Genel yayın Müdürü olmuştu. Telefon etti, “Ulan” dedi. “Yine ne haltlar yemişsin. Cipler geliyor ananı belleyecekler”. Gereken yanıtı verdim. Gülerek, “Hadi hadi izin çıktı. Yazın devam edecek. Hemen git Ankara radyosuna duyuruları ver”. Hemen gittim duyuruları verdim ne ki yöneticiler içinde Alevi, Bektaşi sözcükleri geçtiği için radyo duyurusunu kabul etmediler. Duyurular şöyle çıktı: “Fikret Otyam’ın yarıda kalan röportajları yarın Cumhuriyet”te başlıyor” güler misin ağlar mısın? Sonra bu yazılar kitap oldu, ardı ardına hiç reklâmsız çabasız altı baskı yaptı. Bunların gelirinden bir ufak şişe rakı bile almadım, tüm kuruluşlara bağışladık helali hoş olsun.

Leyla Akgül – “Yezit’leri dışarıda aramayın, Yezit’ler sizin içinizde” demiştiniz. Bu, Mahzuni Baba’nın, “Çok Ali’ler gördüm Osman çıktılar” dizeleriyle de uyuşuyor. İki anlamlı söz iki usta sanatçı ne söylemek istersiniz?

Fikret Otyam - Bu konuda çok yazı yazdım. Bu açılımın adı kimse darılmasın alınmasın bir soytarılık. Alevi reha çamuroğlu, nasıl oldu da bu işlere bulaştı anlamak zor. Şu Alevi, Bektaşi milleti bu cana 1996 yılında “Üçüncü Hacı Bektaş Veli Dostluk ve Barış Ödülü”nü vermişlerdi. Bir iki yıl önce de aynı ödülü reha Çamuroğlu aldı. Geçenlerde sergime Hacı Bektaş eski belediye başkanı sevgili dostum Mustafa Özcivan’la aynı soyadı taşıyan akrabası geldi. O akraba illaki bine Hacı Bektaş’a götürmek istedi, bir yer gösterip fikrimi alacakmış. O yer ne yeri biliyor musun? Hakka yürüdüğünde gömüleceğim yer. Dedim yahu orası yakınlarıma biraz uzak. Yoksa Hünkârın toprağında yataklanmak iyi bir şey. İyi de reha Çamuroğlu’nu da sırası gelende yanıma gömerseniz ben ne halt edeceğim. Durdular. Haklısın” dediler.

Türban en nihayet açıklandığına göre dini bir simge. Bir metrekare diyelim çoğunluğu ipek bir bez parçası. Aslında laik Türkiye cumhuriyetinin Atatürk devrim ve ilkelerinin temeline konulan bezden bombalar. İnanıyorum ki bu bombalar onların kafasında patlayacak. Bu ulus Cumhuriyeti yeni caminin duvarlarının önünde bulmadı.

-Leyla, anlamadım sanma. Sen çok sevdiğim Alevilerdensin. Bak dediklerin doğru. Ben de manevi oğlum Mahsuni gibi Çok Ali Gördüm Osman çıktı, çok Osman gördüm Ali çıktı. Sana acı bir örnek vereyim. 1960 yılında Âşık mahsuni ve Âşık Maksudi diye iki halk ozanı geldi yanıma, Perçenek köyünden ikisi de. Maksudi’nin has adı Osman. Yani ünlü halk ozanı Osman Dağlı! Şu rastlantıya bak o çok sevdiğim Osman Dağlı geçenlerde Almanya”da hakka yürüdü. Serçeşme dergisi’ne ardı ardına kaybettiğim dostlarımı yazdım. Hamza Tanal, Osman Dağlı, Kamber Çakır, ardı ardına hakka yürüdüler. Sivas Ellerinde niceleri gibi diri diri yakılan şair dostum Metin Altınok’un şiirinden bir dize:

“Bir bir uzaklaşıyor sevdiğim insanlar

Ne zaman bir dosta gitsem

Evde yoklar”

Serçeşme dergisi’ndeki yazımın başlığı buydu. Türkiye’den ayrıldıktan sonra Osman Dağlı yı 20 yıl sonra bir Alevi toplantısında gördüm. Bir kez daha havaalanında bizi karşılamıştı. Biz konuşmacılar kürsüdeydik Osman sağ kapıdan girdi o geçerken Alevi Bektaşi canlar ayağa kalkıp selamlıyorlardı. Mikrofon açıktı, katılıyordum gülmekten. “Ey canlar” dedim. “Şu gelene bakın hele, şuna bakın adam sanki Hazreti Ali”nin ta kendisi. Adı da Osman iyimi” alkışlandık. İşte Müezzin İbrahim Amca”nın “Bunlar Kızılbaş” dediği toplumun hoşgörüsü, tarifsiz insan sevgisi, illa insan, ilahla insan ilahla insan sevgisi.

Leyla Akgül – “Dosttan Gelen Selamsın” kitabı ile bir nevi geçmişe yolculuk yaptınız. Yeniden yaşamak neler hissettirdi?

Fikret Otyam - İşleyen demir ışıldar. Seksen iki yaşındayım. Sanıyorum ki ışıldıyorum. Eskileri yeniden yaşamak kimi hüzün verir kimi kıvanç. Bunu bir birinden ayıramayız.

Leyla Akgül - Sizin resimlerinizde kadınlar ve keçiler önemli bir yer tutuyor. Neredeyse resimlerinizin olmazsa olmazı! Kadın ve keçinin sizdeki önemi nedir?

Fikret Otyam - O tablolarımdaki kadınlar kara gözlü kadınlar Nazım”ında dediği gibi; bizim kadınlarımız. Çileli, yorgun, adam yerine konmayan, hele şimdi şimdi türbana, çarşafa boğulan. Bak yıllar evvel büyük kızım Elvan”ı Doğu ve Güney Doğu Anadolu”ya götürdük. Mardin deydik. Valiliğin altı cezaeviydi. Silah sesleri duyduk, gencecik bir çocuk üç dört yaşındaki bir çocuğu vurmuştu, kan davası. Hastaneye gittik, ne ki bebecik can vermişti. Anası kadın cezaevinde yatan kocasını görmeye gelmişti çocuğuyla, elimde renkli süper sekiz film kamerası ve bir teyp vardı açık. Ana ağıta durmuştu, yarı Türkçe, yarı Arapça yarı Kürtçe. Öldürülün çocuğunun minicik mavi ayakkabısı elindeydi. Etraf kadın doluydu. Bunları çekiyordum. Ne vardı çektiklerimde bilir misin? Sütlü memelerini çocuklarının ağzına dayamış kadınlar, bizim kadınlarımız ve onlara başka gözle bakmayan erkekler bizim erkeklerimiz. Şu türban soytarılığının rezilliğini gün gün yaşadıkça çektiğim bu film aklıma düşer.

Leyla Akgül – Hocam, Yaşar Kemal’le aynı anda Doğuya gitmiştiniz. O zaman ki röportajlarınız yabancı ajanslar tarafından da bölüm bölüm yayınlandı. O zamanlar siz Yaşar Kemal’in üstün olduğunu düşünmüştünüz yarış hala sürüyor mu? 

Fikret Otyam - Yaşar Kemal ile 1950 de tanış olduk. Ömrümüz darılıp barışmakla geçti. Birgün İstanbul”da Cağaloğlu’nda bir arkadaşımın işyerine tablolarımızı indirirken baktım karşıda Yaşar kemal, bize doğru geliyor. Durdum göz göze geldik. Gülerek, “Lan bir sövde barışak” isteğini bir güzel yerine getirdim. Sarıldık bir birimize. Dükkana koştum Filiz”e müjdeledim. Sonra Yaşar geldi Filizden bir yanıt, “Kocaman kocaman adamlarsınız. Yetti artık bu darılıp darılıp barışmak. Ya tümden darılın ya tümden barışın” Gerisini anlatmayayım. Yine küsüştük. “Ulan barışmıştık ya” dedim. Acımdır barıştığımızı unutmuş yine dargınız.

Leyla Akgül – Sergilerinizi dokuma ustası eşiniz Filiz Otyam’la birlikte açıyorsunuz. Sürekli yan yana olmak, beraber olmak işinize, sanatınıza, ilişkinize zarar veriyor mu? 

Fikret Otyam - Evet otuz üç yıldır dokuma ve fotoğraf sanatçısı eşim Filiz Otyam’la açıyoruz, açıyoruz sergileri yurt içi ve dışında. Ortak açıyoruz sergilerimizi. Sürekli yan yana olmak öyle pek kolay bir şey değil. Hele hele Filiz den yana. Biz birbirimizin eleştirmeniyiz. Yaptığımız işleri zaman zaman kıyasıya çekişiriz. Bura da galip gelme diye bir şey yok. Hep akıl üstün gelir. İlişkiye zarar mı neden olmasın yahu. Biz de insanız. Bizim de canımız var. Fazla sürmez barış güvercini gelip konuverir omuzlarımıza bakalım ne kadar sürecek.

Leyla Akgül – Kitaplar, resim sergileri, fotoğraf sergileri, geziler, söyleşiler, ödüller, bir  çok başarılara imza attınız. Birçok kişi tarafından örnek alındınız. Kısaca yürüyen bir tarih sizin hayatınız. Eksik kalan bir şey var mı ya da şunu da mutlaka yapmam gerekir dediğiniz bir şey?

Fikret Otyam - Kardeşim, kocaman ama kocaman bir resim yapmayı düşlüyorum yıllardır. Köydeki evimizin, evimizdeki atölyede gerilmiş tuali hazır. Bu ne mi cennetin resmi! Ne kadar güzel adam varsa, başta Mustafa Kemal, hepsi orada. Gâvuru Türkü ayrım yok. Edison var, Madam Kürü var, Orhan Kemal var, ressam Orhan Peker dostum var, Sait Faik var yani yüz aklarımız hepsi orada. Çakır Bakışıyla Nazım Hikmet bir kenarda. “Şol Cennetin Irmakları” markası derecesini rengini bilmediğiniz Kevser şarabı akıyor gürül gürül. Kimi dini kitaplara göre kaç yaşında olursa olsun erkek milletine her cinsten her milletten her yaştan huriler. Peygamber efendimizin yüzü kapalı! O da orada tepede. Zümrüt’ü Anka kuşları bin bir çeşit çiçek, masmavi gökyüzü, adı üstünde yahu cennet. Bu resmi yapamadığıma yanarım. Nedenini sen bayan olduğun için açıklayamayacağım. Bunun içinden çıkamadım. Normal resim yapsam, erkekleri normal yapsam o kitapta anlatılanlara ters düşecek. Erkekleri öyle yapsam seyredenlere ayıp olacak velhasıl yapamadım.

Leyla Akgül - Dostlarınızın ölüm haberlerini veren mektupları alınca ya da öğrenince hep, "Bir bir uzaklaşıyor sevdiğim insanlar / Ne zaman bir dosta gitsem / Evde yoklar." Diyerek duygularınızı dile getirdiniz. Sizi en çok acıtan hangisiydi? 

Fikret Otyam - Serçeşme dergisi”ndeki son yazımdan söz ettim yukarıda. Ölüm ile ayrılığı tartmışlar elli dirhem fazla gelmiş ayrılık. Ayrılıkta bir umut var, tekrar buluşmak umudu. Ölüm denilen öylemi? Ama şarkılar hep ayrılık üzerine. Çaresini buldum; Ölüm ile ayrılığı tartmışlar ikisi de aynı gelmiş aynı dirhem gelmiş. Acıtmak mı hangi birini sayayım.

Leyla Akgül –Gazeteci Celal Başlangıç, “Kabe’si İnsan olan Usta” isimli yazısında “12 Eylül'e giden yollara döşenen kanlı taşların da tanığıdır Fikret Otyam. Kahramanmaraş katliamını önceden görüp uyaran bir gazetecidir. Ancak ne dönemin İçişleri Bakanı'na, ne de Ulus gazetesinde birlikte çalıştığı Başbakan'a anlatamamıştır gelen tehlikeyi. Sonunda İçişleri Bakanı'nı istifaya çağırmış, birkaç gün sonra da kent kan gölüne dönmüştür; 103 ölü. “ diyor. Bugün Türkiye’de yükselen dinci fanatizm sizi korkutuyor mu?

Fikret Otyam - Yahu korkutmaz olur mu? İşin kan dökmeye dayanacağından korkuyorum. Bu “Maraş”tan da beter olur. “Sivas”tan da beter olur. Tanrı korusun demek neye yarar. Bu yurdu sevenler, Atatürk devrim ve ilkelerine inananlar, kurtaracaktır elbette. Keşke bu iş kolay olsa!

Leyla Akgül - Cumhuriyet Yunus Nadi öykü yarışmasında “Saman Yüklü Kağnı” öykünüzü dinleyen Sabahattin Ali gibi bir ustayı ağlamıştınız. Bugün siz ustasınız. Fotoğrafın, resmin ve öykünün usta bölümünden bakınca çıraklara ne öneriyorsunuz?

Fikret Otyam - Sevgiyle bakmayı öneriyorum. Sevgili Sait Faik “Sevmekle başlar her şey” diyordu. Bir milyon kez katılıyorum buna. Sevgisiz hiçbir şey olmaz. Hele insan sevgisi

Leyla Akgül - Hayalinizdeki resim nedir?

Fikret Otyam - Yukarıda anlattım o cennet resmini

Leyla Akgül - Benim bildiğim Can baba çok küfredermiş. Sizin için de çok küfürbaz diyorlar, neden bu kadar çok küfür ediyorsunuz? Küfür etmek sizin kuşağın olmazsa olmazı mı?

Fikret Otyam - Can, 1941 yılında benim Ankara Atatürk Lisesi”nden arkadaşım. Dostluğum ölene dek sürdü. Güler ile evlenmişti. Baba hasan Ali Yücel”in evine geldik nikahtan sonra. Elimde fotoğraf makinesi sözüm ona düğün resmi çekeceğim. “Hadi lan Can nikâh fotoğrafınızı çekeceğim.. “Gel ulan” dedi. Salondaki tuvaletin kapısını açtı, klozetin üzerine oturdu, kulağı çınlasın taze gelin Güler”i de kucağına oturttu fotoğraf çekiyorum. Sağ yanda kulağımda bir ses “AllAllah”. Döndüm baktım o güzel o eşsiz insan baba Hasan Ali yücel. Fotoğraf çekimine şaşıyordu. Yerinde kullanırsan küfür insanoğluna şifadır. Bu şifayı bol bol alıyorum.

Leyla Akgül - Ülkemizde röportajlarıyla ünlenen değerli bir gazeteci-yazar olarak Fikret Otyam’la röportaj yapsaydınız ne sormak isterdiniz? Soruları beğendiniz mi?

Fikret Otyam - Vallahi sana bir şey söyleyeyim mi Leyla. Dersine iyi çalışmışın! İyi sorular hazırlamışın. Biraz da fazla sormuşun! Bazıların isteyerek atladım. Niye mi? Gazeteci dostum rahmetli Şinasi Berker dostum, “Memleket uzun laftan battı” derdi. Memleketi batırmamak için atladım o soruları. Muharrem ayına rastladı sergimiz. Sende öteki canlar gibi tencerelerle getirdiğin pekmezli aşureleri de pek güzel yapmışsın. Tencerelerle aşure. Tencerelerle yaprak sarması! Kutular dolusu boğaca, börek, kurabiye. Sonuç üç kilo almışım. Yani belamı buldum. Şimdi uğraş dur sergide kazanılan üç kiloyu eritmek için. Yinede ellerine sağlık sen çok yaşa.



KAYNAK : Akdeniz Edebiyat Edebiyat ve Sanat Dergisi, Mart - Nisan 2008, Sayı 4